Akhilleus, sırtına saplanmadan bir saniye önce duyuyor okun alçak fısıltısını. Başını okun gelişini seyretmek istermiş gibi biraz yana doğru çeviriyor. Gözlerini kapatarak okun sivri ucunun derisini delip geçmesini, kalın kaslarını ayırıp kaburgalarının birbirine geçmiş parmakları arasından yavaşça ilerlemesini hissediyor. Orada, yolun sonunda kalbi var. Nihayet. Yağ gibi koyu renkli ve kaygan kan, kürek kemiklerinin arasından akıyor. Akhilleus, yüzü toprağa çarparken gülümsüyor.
Beni yatağımıza kaldırırken ağlıyor. Cesedim gevşek. Çadırın içi sıcak. Yakında koku başlar. Akhilleus bunu umursuyormuş gibi görünmüyor. Bütün gece beni kollarında tutuyor. Soğuk ellerimi ağzına bastırmış.
Gerçekten de Akhilleus'u tanıyamayacağımı mı zannetmişti? Onu yalnızca dokunarak, yalnızca koklayarak bile tanırdım; kör olsam bile nefeslerinden, ayaklarının yere vuruşundan tanırdım. Ölmüş olsam bile, dünyanın sonu gelmiş olsa bile tanırdım onu.
Gözlerini açtı. "Mutlu olan bir kahraman söyle bana."
"Söyleyemem."
"Biliyorum. Hem ünlü hem de mutlu olmana asla izin vermezler." Tek kaşını kaldırdı. "Sana bir sır vereceğim."
"Söyle."
"Hem ünlü hem de mutlu ilk kahraman ben olacağım."
"...İnsanlar büyük kelimeler kullandığım için bana gülüyor. Ancak büyük fikirleriniz varsa, bunları ifade etmek için büyük kelimeler kullanmalısınız, değil mi?"