"Sana masal anlatmamı ister misin?" Bir an için ona şaşkınlıkla bakakalırken saçımı öptü ve masalı anlatmaya başladı.
"Bir varmış bir yokmuş... Her yerin karla kaplı olduğu bir kış günüymüş."
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalını anlattıktan sonra sonuna geldi.
"Sonra prens yetişememiş ve prenses ölmüş. Prensesin kötü kalpli üvey annesi de sonsuza dek dünyanın en güzel kadını olmuş."
Ona tip tip baktım.
"Hayır yanlış biliyorsun, sonunda prens ve prenses sonsuza dek mutlu yaşıyorlardı."
Rüzgar gözlerini devirdi ve ardından iki koluyla beni sıkı sıkı sardı. Bu ağlamama iyi gelmişti, artık gözyaşlarım durmuştu.
"Hah. O yalnızca küçük çocuklar üzülmesin diye hazırlanmış bir son. Ben mutlu sonlara inanmam," dedi.
"Neden?" diye sordum tavana bakarken.
"Ben sonun olduğu bir yerde mutluluğun olabileceğine inanmıyorum."
"...Bir bakterinin vücutta zararlı hale gelebilmesi için üreyip çoğalması önemli değil, yani mantar olabilmen için vücudunda milyonlarca mantar bakterisinin yaşaması hiçbir şey ifade etmiyor, çoğalmaları sana zarar verecekleri anlamına gelmiyor ama belli bir sayının üzerinde çoğaldıktan sonra aralarından bir tanesi iletişimi keşfediyor, yani birbirleriyle konuşmaya başlıyorlar. İletişime geçmelerinin ardından birlikte hareket etmek geliyor. İşte ancak o zaman mantar oluyorsun! Onlar iletişime geçince. Çünkü sahip olduklarını sandıkları kaynakları tüketmek üzere birleşiyorlar. Bu bakış açısından bakarsan, dünya mantar olmuş zavallı bir gezegen..."