MÖ 2000: Al bu otu ye!
MS 500: O otu bırak, gel bu duayı oku!
MS 1000: O dua batıl inanç, gel bu iksiri iç!
MS 1600: O iksir faydasız, al bu hapı yut!
MS 1940: O hap etkisiz, al bu antibiyotiği iç!
MS 2000: O antibiyotik zararlı, al bu otu ye!
İnsanlığın deneye yanıla en başta durduğu noktaya dönmesini ironik bir şekilde ifade eden bu anlatımda ciddi bir gerçeklik payı da var. Gülmece olsun diye kurgulanan anekdot, aslında insanlığın ağır bedeller ödeyerek en baştaki noktaya dönüş arzusunu/zorunluluğunu anlatıyor!
Az bir zaman sonra bir karış temiz toprak, bir bardak temiz su, bir nefeslik temiz hava bulamayacağız.
Ne diyor şarkı: Belki bir sabah geleceksin
Lâkin vakit geçmiş olacak
Heidegger'in teknik ile teknoloji arasındaki farkı ortaya koyan bir misali var.
Şöyle: Yelkenli kayık veya gemi insan yapısıdır. Suda yüzebilmesi rüzgâra bağlıdır. Tarım toplumunun adamı olan gemi sahibi tabiatla dost olmayı şiar edinmiştir. Tabiat ve insan yelkenli gemide el ele verir. Gemici rüzgârı-mevsimi-bulutu-denizi tanımak zorundadır. Bir biçimde "kâinatın kitabını" okur. Kainatın kitabını okumak farzdır.
Rüzgâr müsaitse yol alır, sert ise bekler bir duldaya çekilir. Tabiata kafa tutmak, onunla savaşmak, onu yenmek kibir alâmetidir ve Hudûdullah'a aykırıdır. Buna mukabil "buharlı gemi" yelkenliye nazaran bin kat, on bin kat daha güçlüdür. "Buhar makinası" sanayi devrimini başlatan unsurların başında gelir. Onun için rüzgâr esmiş esmemiş vız gelir. Dalgaları yarar, mesafeleri aşar, yekpare zamanı delerek geçer. Haz ve hız döneminin müjdecisi olup göbeğinde "teknoloji"yi saklar ve insanoğlunun "tabiatla savaşı"ndan zaferle çıkar.
Kendini hiç bu kadar yalnız hissetmemişti. İncecik bir kumsal, uçsuz bir deniz... (Dönüş ne kadar zordu. Dönüşler ne kadar zor ve uzaktı.)
Yalnızdı,
yapayalnız...
Ve önünde boşluğun tarihi uzuyordu.
Zamanın ve mekânın ve her türlü düşüncenin dışındaydı.
Varacağı bir yer yoktu.
Döneceği bir yer yoktu.
Uzun, upuzun bir yolculuk vardı önünde.
Oysa kendini çok yorgun ve çok bitkin hissediyordu.
Bütün yolculukları tüketmişti.
“Bazı hayallerin kuvveti öylesine büyüktü ki zamanın ötesine taşar, mekanı yok ederdi ve o hayallerden gerçeğe dönüş sahibi için sessiz bir zelzele yaratırdı..”
İçmiş miydi acaba acıların berrak sularında
Bir uyku hali mi bu ya da yirmi yaş düşlerine geri dönüş
Uykusuna daldı gitti öylesine kayıtsızca
Beklemesin artık beni o ne de işitsin sesimi
Fısıldarken kendisine umut sözcüklerini
İşte nihayet burada yatıyor öylesine sevdiğim kadın
Buzullarda sıkışan iki balina için dünyayı ayağa kaldırıyorlar ama, fakir Güney'de açlıktan ölen çocuklar kimseyi kazımıyor. Kimse yoldan çıkmasın diye, çağdaş köleliğin devamı için projeler yapılıyor. Uyduruk sebeplerle çıkarılan savaşlar, insafsız yaptırımlar, içten çökertmeler ve terör.
Kapitalizm sadece bir iktisadi sistem değil neredeyse itikadi bir meseledir.
Gücünü ve hâkimiyetini öncelikle anasır-ı erbaa'ya saldırarak devşirir. Havayı toprağı-suyu ve nihayet insanı sömürmektedir. Havayı hava olmaktan, toprağı toprak olmaktan, suyu su olmaktan, insanı insan olmaktan çıkarır. Kıyamet senaryoları yazanlar bu gidişatın tamamlanmakta olduğunu söylüyor. Ozon tabakası deliniyor, buzullar eriyor, sular kirleniyor, hava pis, insanlar metropollerde maskeyle dolaşıyor. (Bir Kanada şirketi Çinlilere temiz hava satıyormuş. Şaka gibi, ama gerçek.)
Dehşet dengesi sadece nükleer silahlardan ibaret değil. Bıçak kemiğe dayandı. Atmosferin dayanacak gücü kalmadı. Sıcaklık bir derece daha artarsa hapı yuttuğumuzun resmidir. Kimine göre yirmi, kimine göre otuz sene kaldı.
İşleri robotlara teslim etsek bile üretim-tüketim zinciri devam edecek, büyümenin büyüsü sürecek, tüketim toplumu şiştikçe şişecek, altta kalanın canı çıksın.
Şimdiden tıpkı Naziler gibi küresel para babaları artan nüfusun bir kısmının telef edilmesinde beis görmüyor.
Yangınlar ormanları, seller toprakları, asit yağmurları suları bitiriyor.
İleri, zengin, refah içindeki ülkelerde öyle göller var ki bakmaya kıyamazsınız. O kadar berrak, o kadar temiz. Görenler hayran oluyor ama, o göllerde bakteri bile yaşamıyor. Ölü doğa dedikleri bu galiba. Sanal dünya.
Bu manzara karşısında yapılacak iş yangında ilk kurtarılacaklar üzerinde ittifak etmektir.
Yani toprak-hava ve su.
Sesim soğuk bir sis, gittikçe
Grileşen dalgınlıklar oluyor
Sormuyorum bir yolculuğa kimle
Çıkılır ve kim yırtıp atabilir
Elindeki son dönüş biletini de...
Bir zamanlar, bir ülkenin en güzel denizine bakan bir evde üç kız kardeş yaşardı. İsimleri Türkân, Dönüş ve Derya idi. Babaları Sadık Bey ve anneleri Nesrin Hanım’la birlikte geceleri kucak kucağa oturur, gelecekte onları bekleyen şahane yılların hayallerini kurarlardı. Türkân, Dönüş ve Derya’nın, Ayvalık’ın çam kokulu sokaklarında geçen masal gibi çocukluğu, onları yetişkin dünyasının acımasızlığına hazırlamamıştı belki. Hiçbir hayatın, hiçbir seçimin göründüğü kadar kolay olmadığını, bazen en büyük, en akla gelmeyecek sırların en güvendiklerimizin kalbinde saklandığını, en korkulacak hastalıkların gün gelip geçmişi derleyip toplayabileceğini anlamak zaman istiyordu. Ve zamanın ilaç olmadığı bir yara var mıydı dünyada? Ayvalık’ın denize uzanan taş sokaklarından, nice yaşamlar görüp geçirmiş zeytin ağaçlarından, hayatın kaynağından akan suyundan, eski evlerinden doğmuş bir aile hikâyesi Üç Kız Kardeş. Bir mutsuzluk hikâyesi değil; neşeli günleri yâd ede ede iyiliğe dönüşün hikâyesi. İyileşmenin yolculuğu…
Üç kız kardeş kitabın kurgusu, anlatım dili sade ve çok başarılı. Kitap içeriğindeki hikayede sürprizler, bir ileri bir geri gidip gelmesi beni çok etkiledi. Bence son zamanlarda okuduğum en iyi romandı. Bence biraz feminen bir roman olmasına rağmen bir kız olarak çok beğendim. Kitabı eleştireceğim tek yönü ise kitap 4 bölümdü bence bölüm sayısı daha da artırılabilirdi. Bu yönü okumayı zorlaştırıyor çünkü bir bölümde farklı konulara değiniyor bence. Genel olarak kitabı herkese tavsiye ederim.
Üç Kız Kardeşİclal Aydın · Artemis Yayınları · 20209,4bin okunma