erdal öz kitabın sayfalarına şiir mısraları serpiştirmiş ara ara, ben de bir şiir ile veda etmek isterim gülünün solduğu akşam' a: “ ... sen misin seni sevdiğim o kavga, sen o kavganın güzelliği misin yoksa? bir inancın yüceliğinde buldum seni! bir kavganın güzelliğinde sevdim. bin kez budadılar körpe dallarımızı, bin kez kırdılar, yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz! bin kez korkuya boğdular zamanı, bin kez ölümlediler, yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz, bitmedi daha sürüyor o kavga, ve sürecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
Adnan Yücel
Adnan Yücel
Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün de­ğil, hem de sırası değil... Candan selamlar.
Hüseyin İnanKitabı okudu
Reklam
Kâğıdımız çaput bizim Kefenimiz bulut bizim Mesleğimiz umut bizim Kıranlara selâm olsun
Ülkü TamerKitabı okudu
Ben işe karışarak Alp’in yerine Ato’nun gitmesini sağladım.
Reklam
Sinan: Yetenekli bir arkadaş. Her şeyiyle iyi. Gurubumuzun genel sorumlusu. Şimdiye kadar yanlışı yok.
Ve birden Sinan’ın hiç dilinden düşürmedi­ği bir şiir dökülüyor içimden, o akşam saatinde: «Ölüm buyruğunu uyguladılar Mavi dağ dumanını Ve uyur uyanık seher yelini Kanlara buladılar Sonra oracıkta tüfek çattılar Koynumuzu usul usul yoklayıp Aradılar Didik didik ettiler Kirmarışah dokuması alkuşağımı Tespihimi tabakamı alıp gittiler Hepsi de armağandı...»
Ahmed Arif - 33 kurşun şiiri (Vurulmuşum)Kitabı okudu
Önümde yatan ölü incecikti, dal gibiydi. Çıplak bedeninde mor noktalar vardı. Bir çifteden çıkan saçmaların izleri olmalıydı. Eğilip daha yakınına sokuldum. Yüzüne bak­tım. Dudakları gerilmişti. Belli ki ilk ölen oydu. Solmuştu yüzü, eskimişti. Saçları alnına yapış­mıştı. Sanki bir kriz anında güçlükle soluk alır gibi bir görünüm vardı yüzünde. Ama hiçbir bu­ruşma yoktu, gergindi yüzü. Dudaklarındaki ka­sılma, çektiği acıdan gibiydi... Yavaşça eğildim. Yüzüne yaklaştırdım yüzümü. Ne kadar da solgundu. Acı, donup kal­mıştı yüzünde. Ağzına sinekler konmuştu, gezi­niyorlardı dudaklarında. Uzanıp üfledim sinek­leri, kovdum. Havalanıp yine kondular. Daha hızlı üfledim. Gözleri yarı aralıktı. Dudaklarımı uzattım, öpmek istedim onu. Ve eğilip öptüm so­ğumuş alnından. Bir daha öptüm. Birden boynundaki yırtığı gördüm. İlk kur­şunu boynundan yiyip çöken kimdi? İçimden yuvarlanıp gelen bir ses, sanki hiç tanımadığım bu genç ölüyle tanıştırmak istedi beni; «Alp bu» diyordu içimdeki ses. Ve taştı dudaklarımdan. Bağırmışım: «Alp bu!» Kendi bağırışımla kendime geldim. Çevreme bakındım. Off, ne kadar kalabalıktılar. Ne kadar yalnızdım. Kimdi bu insanlar? «Alp mi dedin?» «Alp bu,» dedim. «Alp. Hangi Alp? Soyadı ne? O da Orta Do-ğu’da mı okuyor?» Soruyorlar: «Alp diye biri var mı o fotoğraf­ların arasında?» Yanıtlıyorlar: «Yok komutanım.» «Kim bu Alp?» «Alp bu» dedim, sustum. Ne demek ‘Kim bu Alp?’ Artık hiçbir soruyu yanıtlamak istemiyor­dum. Zorladılar, ama konuşmadım. «Tamam. Yeter. Götürün.»
Kollarımdan tutup yanyana yatan iki ölü­nün üç metre kadar açığındaki üçüncü ölüye doğru çektiler beni. «Bu kim?» Baktım. Tanıyamadım. «Kim bu?» Hiçbirine benzemiyordu. «Söyle, kim bu?» «Rahat bırakın, düşünsün çocuk,» dedi bir ses. Rahat bıraktılar. Bir süre konuşmadılar. Neden sonra sordular: «Kim bu?» Döndüm: Arkamdaydılar. Kalabalıktılar. Öte­ de, az ötede otların üstünde yatan Sinan’la Ka­ dir’in uyuyuşlarına baktım. Sonra yine döndüm önümde yatan genç ölüye. Kim olabilirdi? Ka­famdan bütün arkadaşların görüntülerini bir bir geçiriyor, adlarını fısıldıyordum bir bir.
Reklam
Sinan’ın hemen yanında yatan ikinci ölünün başucuna götürdüler. Onu da otlann üstüne arkaüstü uzatmışlardı. Hemen tanıdım: Kadir’di. Ah, hiç aklıma gelmezdi Kadir’in öleceği. Sinan’ı düşünmüştüm de, Kadir’in ölebileceğini hiç ge­tirmemiştim aklıma. Nasıl da hemencecik paniğe kapılırdı. O tepede onu son görüşüm geldi gözlerimin önüne: Yün başlığını yanlarından kıvırıp kalpağa benzetmişti. Ateş ediyordu. Yere çömelmişti. Ha­fifçe yana kaykılmıştı. Ağzındaki o tek altın di­ şi de, güneş vurdu mu ışıldardı. «Kadir mi bu?» dediler. Onun da yüzünde Sinan’ınki gibi çok rahat, çok sakin bir görünüm vardı. O da uyur gibiydi. Çıplak bir uykuda. Sanki kollarıyla Karlo’sunu, o pek sevdiği silâhını tutuyor gibiydi. Belli ki Karlo’suyla ölmüştü. «Kadir,» diyebildim.
Gözleri kapalıydı. Uyur gibiy­di. Çok rahat, çok sakin bir görünüm vardı yü­zünde. «Kim bu?» dediler. «Uyuyan biri,» dedim, yavaşça. «Ama kim?» «Bir ölü belki de.» «Ölü tabii. Görmüyor musun? Delik deşik.» «Bir ölü,» dedim. «Adı ne?» Bir ölünün adı ne işe yarardı ki artık.
Sinan’la Alp’i son gördüğüm yeri tanıdım uzaktan. Yoktular artık. Çekilmiş olmalıydılar. Birden Sinan’ın ölmüş olabileceğini düşün­düm. Sinan’ın da, Alp’in de. Bunu düşünürken Kalaşnikov’un sesi, Sinan’ın yaşamakta olduğu­nu dağa taşa duyuruverdi. Sinan yaralıydı ama yaşıyordu. Kadir’i ateş ederken görmüştüm; ya­ra bile almamıştı. Alp’in boynundan aldığı yara­nın öldürücü olmadığı belliydi.
Sinan’ ı düşündüm, Alp’i düşündüm o vurulup öne bükülmüş duru­muyla...
Alp’le Sinan yanyana yürüyorlardı şimdi. Sinan’ ın aksaması daha azalmış gibiydi. O çıp­lak tepeye doğru gidiyorlardı. Birden o tepeden de üstlerine yaylım ateş başladı. Alp, Sinan’a iki adım kala birden sarsılıp öne doğru bükülüverdi. Boynunu tutuyor, topar­ lanmaya çalışıyordu. Yarayı boynundan almış ol­malıydı. Gidip Sinan’a tutunmayı denedi. Sinan, bir kolunu Alp’in beline sardı. Alp’in bir kolu da Sinan’ın omuzundaydı. Birlikte sürükleniyorlar­dı şimdi, iki yaralı. Ve birbirlerinden kopup düştüler yere. İkisi­nin de düştükleri yerden ateşe başladıklarını gördüğüm anda, sırtıma inen dipçikle son gö­rüntü de siliniverdi. Bu onları son görüşüm oldu: Alp karşıki çıp­lak tepeye, Sinan bizden yana ateş ediyordu.
Resim