SÜRGÜN AĞACA YAKIŞIRSiz hiç yalnızlığa mahkûm edildiniz mi? ‘SÜRGÜN OLMAK’ yani. Ben bir ara gönüllü bir sürgüne rastlamıştım. Üstelik Aziz Nesin gibi bir sürgünlük değildi. Özgürdü, dünyanın en imrenilen yerlerinden birindeydi, her şeyi vardı.
Sonra ne mi oldu?
Sürgün neymiş anladı.
Sonsuzca gelen bir ayrılık. Zaman geçmez. Her şafakta yalnızlık. Kalabalıklar yetmez. Kuşlar uçar, güneş açar, günler geçer... Ama sürgün tek başına yalnızdır. Tek başına yalnızlık, yalnızlığın gerçek tanımıdır. Tek başınayken yavaş yavaş ölür insan.
"Bana sorarsanız, en acı şey nedir diye; şöyle derim: İnsanın KENDİNİ bölüşeceği ve KENDİSİYLE bölüştüğü biri olmaması.."
(Mum Hala 1 sayfa 154)
Zaten Aziz Nesin gibi aydınları sürgün etmekteki amaç da öldürmek. İnsan her zaman silahlarla öldürülmez. Onurunu kırarsın, ekmeğini çalarsın, düşüncelerini boğarsın. Bu daha acılı bir ölümdür. Ancak, her ne kadar ‘hesap adamları’ olsalar da hesap etmedikleri bir şey vardı:
Nesin, yokluklar içinden gelmiş, hiçbir durumda kirlenmemiş saflığıyla yaşamaktan ödün vermemiş biriydi ve ‘burun sürtme’ cezasıyla doğru bildiği yoldan döndürülemezdi. Bu silahlar onu öldüremezdi.
Öldüremedi ama ağır yaralamıştır.
Yaz kızım:
Sanık Aziz Nesin henüz yayımlamaya bile fırsat bulamadığı bir broşür yazmış olup, önce daha ağır cezalara çarptırılmaya çalışılmış ama dayanak bulunamadığından sürgün edilip burun sürtme cezasına çarptırılmıştır.
Kanıt broşür:
Öyle biyer geliyor ki, artık o yerde gülmece yoluyla mücadele olanağı da kalmıyor. Modern emperyalizmin Türkiye'ye girişine karşı halkımızı uyarmak için mizah dışında yayın yapmamız gerekiyordu. İşte bu amaçla Nereye gidiyoruz? başlıklı küçük bir broşür yazdım.
(Bir Sürgünün Anıları sayfa 145)
Sanığın evinden, çocuklarından, eşinden koparılıp atılmasına, beş parasız-evsiz yurtsuz bırakılmasına,
Kış ortasında aç susuz, korkudan kimsenin selam vermediği, lime lime bir battaniyeyi dahi satıp ekmek almaya çabalayacak derecede insanlığından çıkarılmasına,
Altın kaplama dişini satıp karnını doyurmaya çalışma derecesinde çaresiz bırakılmasına,
Başka satacak bir şeyi kalmayınca iki günlük açlıkla Bursa Halkevi'nin kütüphanesinde kitap okuyup ısınmaya çabalamak zorunda bırakılmasına,
Sanık sürgündeyken işinin bozulmasına, yuvasının dağılmasına, çoluk çocuğunun muhtaç bırakılmasına,
Ve daha muhtelif bir sürü aşağılamayla cezalandırılmasına,
KARAR VERİLMİŞTİR!
Ne sandınız?
NESİN öyle mizahî dille anlatınca yaşananlar acı olmaktan çıkmıyor ki. Didaktizm neyim kaygısından uzak “görün, okuyun da uyanın” deyince...
Aziz NESİN okuyanlar bilir. Henüz tanışmamış olanlar, bakın usta ne diyor? Bakın da lütfen okuyun kitaplarını.
“Bir düşüncenin ulusal çıkarlara aykırı ya da uygun olduğu, o düşüncenin ortaya atıldığı dönemde herkesçe kolaylıkla anlaşılamaz. Bir düşüncenin topluma yararlı mı zararlı mı olduğunun herkesçe kesinlikle anlaşılabilmesi için üzerinden belli bir zaman geçmesi gerekir. Kısaca söylemek gerekirse, hangi düşüncenin doğru olduğunu zaman gösterir. Ancak zamanın doğruluğunu, yanlışlığını, yararını, zararını ortaya koyacağı bir düşünceden ötürü ise mahkum edilmemem gerekir.''
Zaman doğruları hep gösterse de biz başımızı çevirmekten vazgeçmiyoruz. Doğrudan yana ol. Aman verme yanlışa. Geçit verme zulme.
Sürgünler sadece ağaçta olsun.
“Niçin biraz alçak değilim, niçin biraz olsun namussuz değilim, niçin, niçin?..
Azı olmaz da ondan..”
(Mum Hala 1 sayfa 90)
Ve şu sözlerin sahibine bir şans ver, OKU LÜTFEN!