Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

96 syf.
4/10 puan verdi
·
7 saatte okudu
İflahım Kesildi
Bu incelememde sadece kitabı değil, "ilk" defa kullanıldığı iddia edilen bilinç akışı tekniğini de incelemeye karar verdim. Bu kitabı ve yazarı açıkçası daha önceden hiç duymamıştım. Tezimi yazarken gördüm ki, bilinç akışı ve iç monolog tekniklerini ilk defa kullanan ve aynı zamanda bu tekniği kuramsallaştırıp "İç Monolog (Monologue intérieur)" isimli bir de kitap çıkaran Edouard Dujardin (1861-1949) isimli Fransız bir yazarmış. 1888 yılında yayımladığı Defneler Kesildi isimli roman (ki kesinlikle bir uzun öykü bu) da bu tekniğin ilk örneklerinden kabul edilmiş. Edebiyat dahil olmak üzere birçok sanat dalında bir örneğe kesin olarak "ilk" denmesi sinirimi bozar; fakat bu işin kuramlaşma ve tez yazma boyutundaysak da yapacak pek fazla şey yok. Bir sanat dalını bilimsel tekniklerle buluşturmak ve inceleme yapmak için belirli kalıplara ihtiyacımız var. Varsayalım gerçekten de bu kitap bilinç akışının ilk örneklerinden olsun. Türk edebiyatında 1892 yılında (ki yılı tartışmalıdır, en azından 1896'da net olarak yayımlandığını bildiğimiz) Araba Sevdası'nda Bihruz Bey'in bilinç akışı tekniğiyle ele alınması ve bunun Dujardin'e göre çok daha kaliteli bir anlatımla yapılmasına ne demeli? Dünyada kaç kişi Dujardin'i, kaç kişi Recaizade Mahmut Ekrem'i tanır? Defneler Kesildi kısa bir kitap, 98 sayfa. Bu kitap kesinlikle bir roman değil, uzun hikaye olarak görülmeli. Karakterler tek bir olay ekseninde, tek bir akışta yer alıyor. Konu tek boyutlu: Aşk. Az sayıda karakterin yer aldığı bu anlatıda, ana karakter bir kadına deliler gibi aşık olduğunu iddia ediyor. Bilinç akışından ziyade iç monoloğa yakın olan anlatıda, Joyce'un, Recaizade'ninki gibi bir bilinç akışı değil, karakterin kendi kendine anlamlı cümleler halinde konuşmasını görmekteyiz. Bu iki teknik sık birbirine karıştırılır, o yüzden bir adet Joyce'tan, bir adet Ekrem'den ve bir adet de bu romandan alıntıya yer vereceğim. "Birinci Rögre ... Acaip!... Rögre... Jö rögret... Tü rögret... İl rögret... Teessüf ederim, teessüf edersin, teessüf eder... Demek ki ilk yahut birinci teessüf... Güzel, çok güzel!... Benim için ne kadar uygun... Sonor... Sonor... Ses çıkaran deniz kenarındaki oraya Sorrento denizi mavi dalgalarını, portakal ağacının altında açar... Vardır... Ne vardır?... İnce yolun kurbunda “der-kurb-i Çamlıca-i sagir gibi” kokulu çit duvarının altında vardır. Ne vardır?... Bir adet ufak ve dar, yani ensiz ve yabancının dalgın ayaklarına endiferan, yani ilişiksiz bir taş vardır." Araba Sevdası'nın baş kahramanı Bihruz Bey, Lamartine'in bir şiirini Türkçe'ye çevirmeye çalışır. Kendi kendine sayıklamaları andıran bu konuşma komiktir de aslında. Ne Türkçe'ye ne Fransızca'ya tam olarak hakim olan bu arada kalmış adam, kafasına estiği gibi, düşüncelerin birbirini bölmesiyle, devrik, eksik cümlelerle bilincini okura doğrudan yansıtır. Bir level daha atlayıp Joyce'a bakalım: "Ananaslı draje, limonlu parmak şeker, karamela. Şeker mi şeker kız, bir hıristiyan birader için kepçeyle özünü kürüyor. Okulda ikram maksatlı muamele. Oysaki esasen mide fesadı. Kralımız majestelerine has pastil ve bonbon imalatçısı. Tanrı. Bağışlasın. Bizimkini. Tahtına kurulmuş, kırmızı çiğde şekerini emiyor." Pek anlaşılmadı, değil mi? Zaten mesele de bu. Bir insanı anlamak o kadar da kolay olmamalı. Geçmişini, çevresini, yaşanmışlıklarını, hayat görüşünü bilmek gerek. Bana göre bilinç, çok ama çok zor anlaşılabilen bir karmaşadır. İnsan çoğu zaman kendi kendisini bile anlayamaz. Kendi düşüncelerini kendisi böler, yarım bırakır, çelişkilere boğar kendisini. Bir de son olarak Dujardin'e bakalım: "Aşkın tadına bir tek kendisinin baktığını sanıyor. Fakat unuttuğu bir şey var! Böyle şeylere inanmak iyi güzel ama gerçekten var mı bir dayanağı? Courcelles Sokağı, Elise ve annesi… Kim ki bu Elise? Sıradan bir günde tesadüfen tanıştığı, iki arkadaşıyla sık sık parka giden, adamın yazdığı pusulaları kabul eden, altı ay boyunca evinde uslu uslu vakit geçirdiği ve ilk gün evlenme teklifi etmeye cesaret edebilseydi anında evet diyecek bir kız. Annesiyse az gelirli muhtemelen dul bir kadın, bir subay dulu. Bir bakışta Jansen çalabiliyormuş güya. Sonsuz aşk masalı; karın olacağım, sonsuza kadar…" Arkadaşının evlenmek üzere olduğunu öğrenince onu küçümseyen, aşkın böyle bir şey olmadığını söyleyen bir adam var karşımızda; fakat çok düz. Deminki anlatılara göre bu sadelik benim hoşuma gitmedi. Tekniğin kendisiyle çelişiyor bir kere. Bilinci bu kadar düz, sade verebilmek bilincin karmaşasına hakarettir diye düşünüyorum. Elbette bu benim görüşüm. Konu? Aşk. O kadar. Bir adam var, kesinlikle aşk dışında bir işi gücü yok, düşündüğü yok. Aşık olduğu bir kadın var, kadın tiyatrocu. Güzel olduğu dışında hiçbir bilgimiz yok. Kaprisli, adama istediği kıyafeti aldırabiliyor. Adam çok hırslı, kadını elde etmek istiyor. Bu "elde etmek" cinsel bir anlamda değil, gerçekten sevmek, sevilmek, ömrünü ona adamak anlamında. İşte burada adamın ikiliğe düştüğünü görüyoruz: Kadınla sık görüşmesine, hatta kadının onu evine çağırmasına rağmen kadınla bir cinsel birliktelik kurmalı mıdır? Adam çekingen, ona göre cinsellik aşkı kirletir. Kadın? Kadının ne istediği belirsiz. Adamı erteleyip duruyor, parasını da sömürüyor. Buna rağmen adama karşı son derece kibar. Başka da anlatabileceğim hiçbir şey yok. Konu bundan ibaret, 98 sayfa boyunca bu adamın kadın hakkındaki düşüncelerini okuyoruz sadece. Adam nedir, kimdir, ailesi nasıldır, ne iş yapar? Fikrimiz yok (Okurken gözden kaçırmışımdır da belki belirli fikirlerimiz vardır diye dua ediyorum). Bu yüzden buna romandan ziyade uzun hikaye demenin daha uygun olduğunu düşündüm. Her şey fazla tek boyutlu, fazla detaysız ve konu fazla sıradan geldi. Bilinç akışı tekniğinin de bu kadar sıradan bir şekilde kullanılması iyice itici bir güç oldu. Bilemiyorum, sevmedim, sevemedim.
Defneler Kesildi
Defneler KesildiÉdouard Dujardin · Konu Kitap · 2021493 okunma
··
798 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.