Gönderi

352 syf.
10/10 puan verdi
''Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.''
‘’İnsan sıkı tutmalı yüreğini; çünkü gitmesine izin verirse, çok geçmeden aklı da gider peşinden…’’ Tabiatın bazı anları vardır; öyle anlar ki mikrokozmostan makrokozmosa, bu anlarda olağan sürüp giden sükûnet kaybolur; alevlenmeler, dalgalanmalar, patlamalar cereyan eder. Doğa, ancak bu şiddetli sağaltımlarla dengesini muhafaza edebilir, ancak bu gerilimlerle kendini gerçekleştirebilir. Tabiatın bu karakteristiği insanlık aleminde de tecelli eder ve yer yer, zaman zaman beşeriyetin içerisinden filizlenerek çıkan bazı insanlarda gerilimlerle, olağandışılıklarla dem vurur kendinden. İşte Zweig, ‘’kendileriyle savaşanlar’’ olarak tarif ettiği ve adını koyduğu bu karşılaştırmalı biyografide, insanlığı rahat bırakmamış ve bırakmayacak bu huzursuzluğun kara lanetinin üç büyük kurbanını inceler: Hölderlin, Kleist ve Nietzsche. Her üç kişiliği hem kendi aralarındaki inanılmaz benzerliklerle, hem de her yönüyle bu üçünün bir anti-kahramanı olarak Goethe ile kah aynılık kah zıtlık olarak ilmek ilmek anlatır hikayesini. Her üçü de bilinmeyen bir ‘’burcun’’ etkisiyle neredeyse kusursuz biçimde özdeştir: varlıksızdırlar, göçebedirler, huzursuzca kıvranarak yaşamışlardır. Üçünün de ne bir eşi ne de bir çocuğu olmuştur, üçü de bakir kalmışlardır bu kendilerine ait olmayan yeryüzünde. Yaşamları boyunca kusursuz bir istikrarla inşa ettikleri tragedyalarını ya bir delilik ya bir intihar ya da bir zihinsel çöküşle taçlandırmışlardır daha gencecik yaşlarında. Zweig; Hölderlin, Kleist ve Nietzsche üzerinden anlattığı ve tarih boyunca onlar gibi daha nicelerini esir alarak yiyip tüketen bu laneti orijinal eserde ‘’demon’’ yani şeytan olarak nitelendirmiştir. Eserde bu ‘’şeytan’’ sözcüğüyle kişileştirilmek istenen durum esasında insanlığın, bireylerin; özünde ve derininde yatan, acı ve huzursuzlukla karakterize bir çeşit kinik başkaldırı. ‘’Sanki doğa’’ der kitabın giriş bölümünde, ‘’her bir ruhta, o ilk kaosun dışa vurulmamış, tedirgin bir parçasını bırakmıştır; bu parça ise gerilim ve tutku yoluyla o insanüstü, algı ötesi temeline geri dönmek ister.’’ Gayet açıktır anlatılmak istenen… Daha derin (ya da daha yüksek) insanlarda; yeryüzüne özgün ve çarpıcı eserler kazandırabilmiş her yüce sanatçıda vardır bu ‘’huzursuzluk’’, bu acı. Zihinlerinden çıkıp bütün bir bedeni ele geçiren melodram. Bu bir tür ilahi armağan mı yoksa Zweig’ın iddia ettiği üzere bir tür lanet mi, bu sorunun cevabını sanırım hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz. Tam bu noktada Zweig’ın şeytanını, Sabahattin Ali’nin ‘’içimizdeki şeytanı’’yla karıştırmamamız gerektiğini belirtmeliyim. Sabahattin Ali daha çok Zweig’ın bahsettiği ‘’şeytan’’ın 20. yüzyıldaki yozlaşmış mirası üzerine yazmıştı o romanını. ‘’Sadece ender olan genişletebilir zihnimizi, sadece yeni bir şiddet karşısında ürperirken büyür duygularımız. Bu yüzden sıra dışı olan bütün büyüklüklerin ölçüsüdür.’’ Evet, niyetini sezememiş olsak da bu şeytanın esir aldığı herkeste bir aşırılık, bir evrensellik, bir köksüzlük ve şiddetli huzursuzluk meydana geldiği aşikâr. Kendilerine yönelttikleri sorular ve ortaya koydukları eserlerle bizlerin de aklını karıştıran ve şüpheciliği, yapıcılık olarak yeniden inşa eden tüm bu kahramanlara minnet duymalıyız. Çünkü onların ‘’baş ağrıları’’ ve acıları, bizlerin tarih denizinde bata çıka ilerleyen gemilerine alternatif bir pusula sunuyor. Kitap, birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında anlam olarak ilmekli üç ayrı bölümden oluşuyor: Önce Hölderlin akabinde Kleist ve son olarak Nietzsche. Her üç bölümü de okurken bir taraftan karşılarına dikilmiş Goethe’yi de okuyoruz aslında. Onun statik ve köklü, istikrarlı yaşamı karşısında kendi kendilerinin kurdu ve gözleri daima göklere kilitlenmiş üç ayrı kişilik. FREDERICH HÖLDERLİN Frederich Hölderlin’in hikayesi, küçük yaşlarda yetim kalarak annesinin papaz olma hayalleri altında ezilmiş ve yatılı okullardan çıkma bir şairin hikayesi. Başkaldırır bu yazgıya Hölderlin, okulu bitirdikten sonra asla papaz olmaz. Bir yandan annesini hayal kırıklığına uğrattığı için vicdan azabı duyar. Hölderlin’in şeytanı ondan varoluşa ve insanlığa değil, bizatihi sanatın ve tanrının kendisine hizmet etmesini buyurur. Evet, ilginçtir ki Hölderlin mekân ve zamandan münezzeh göklerdeki, her yerdeki bir mutlak gücün doğrudan kendisine hizmet etmeyi kendisine yazgı olarak seçmişti. İçindeki şair olma aşkı o denli büyüktü ki, başlangıçta ne bir disiplin ne de bir tarz sahibiydi. Yalnızca şiir yazmak, şair olmak istiyordu. Şiir onun tek diliydi ve önce Goethe’ye sonrasında Schiller’a ve daha nice büyük şairin huzuruna çıkıp kendisine hocalık etmesini istedi. Hölderlin, nihayetinde bir kendiyle savaşan olarak ne yazık ki kimseden bir karşılık bulamadı. Gözünde birer üstat olan tüm bu şairler ya bu yoldan geri dönmesini tavsiye etti ya da ona bile tenezzül etmeyerek alaycı bir üslupla yüz çevirdi. Çünkü yalnızlık onun gibilerin tek yoldaşıydı. İlk dönem eserlerinde neredeyse taklit denebilecek şiirimsilerle yola çıkmış olsa da içindeki o a priori bilgi, o yüce sezgi o denli güçlüydü ki zamanla, acıyla, tek başına ve göçebelikle geçen yılları sonunda Alman tarihinde eşi benzeri görülmemiş üç eserle birlikte kendini aştı Hölderlin. Hyperion, Empedokles’in ölümü ve Hölderlin şiiri, onun derin Yunan mitolojisi aşkıyla bezenmiş üçlemesi, bir tür zihinsel ve aşkın bir seyahati konu ediniyordu. Ne hazindir ki Hölderlin’in hayatı, eserlerinin gerisinde kaldı ve Hyperion olarak yaşadı o, daha fazlasına gidemedi. Otuzlu yaşlarında geçirmiş olduğu zihinsel çöküşle neredeyse kırk yıl boyunca adını bile hatırlayamayacak bir vaziyette yaşadı: ‘’Böyle olmak zorundaydı, Böyle istiyor ruh Ve olgunlaşan zaman, Zira bir kere ihtiyacı vardı Biz körlerin mucizeye’’ Son sözlerinde bile yazgısını kucaklamaktan vazgeçmedi: ‘’Büyüktür tanrılığı Ve kurban büyük’’ Kendiyle verdiği savaşı, en sonunda kendini kurban ederek bitirdi Hölderlin. HENRICH VON KLEIST Bir ‘’kovalanan’’ın hikayesi Kleist’ınki. Ömrü boyunca arkasına bakınmadan kaçtığı şeytanın aslında bizzat kendi içinde olduğunu bilmeden şuursuzca yaşadığı bir tragedya onunki. Kleist’ın, intiharına değin sürdüğü bu göçebe hayatı her zaman hedefsizdi. Bir yaydı Kleist ve aynı zamanda bir ok. Hep kendi kendini fırlatıp durdu uzaklara yalnızca. Ama en nihayetinde şeytanın kendisini nereye doğru çektiğinin farkındaydı o. Bunu biliyordu en azından: uçurumu. Kleist bu uçurumdan kaçıyor muydu yoksa ona doğru koşuyor muydu, bunu bilmeden yaşar gider. ‘’Ve ne zaman bir uçurumun derinliklerine bakarsanız, uçurum da sizin derinliklerinize bakar.’’ Yalnızlığı bir yana hep suskundu bu garip şair, bu garip kurban. Onun en büyük eksiği, kendisinin de ifade ettiği üzere: ‘’Bir iletişim aracı. Sahip olduğumuz tek şey bile, dil bile buna yeterli değil.’’ Bu sebeple onun bu suskunluğunu ve içe kapanıklığını özgüven eksikliği ya da yetersizlik olarak yorumlamak büyük bir hata olur. Bilakis; o, fazla ‘’sağlıklı’’ olduğu için susuyordu. Fazlaca yeterli olduğu için… Onu tanımayanlar soğuk ve umursamaz olduğunu düşündüklerinden; tanıyanlar ise korkudan ve dehşetten hep uzak durmuşlardır ondan. O da bilir bunu, ‘’Bana bulaşmak tehlikelidir.’’ derken… Bu sebeple kendisinden giden kimseye sitem etmez. Kleist’ın aşırılığı ise bitmek bilmez tutkusundaydı. Hiçbir şekilde gözlerinde ve bedeninde dile gelmeyen ama iç dünyasında ve zihninde volkanik lavlar saçan tutkusunda. Öfke ve nefreti uçlarda yaşamakla kalmıyor aynı zamanda en büyük illeti, patolojik boyutlara ulaşmış şehvetini de taşıyordu yanında. Her nasılsa ne homoseksüel ne heteroseksüel ne de biseksüel biri değildi. Şehveti öyle uç noktalarda yaşıyordu ki yalnızca erkek olarak değil, bir kadın olarak da şehvet duyabiliyordu. Tüm bu aşırılıklar elbette hiçbir zaman bedenine yansımadı ve zihninin derinliklerinde kaldı. En nihayetinde Zweig’ın dediği gibi ‘’duyusal maneviyatçı’’ aşıktı o. Zihninin tüm bu taşkınlıklarına rağmen, taşıdığı etik anlayışı da o kadar güçlüydü ki (ilginç bir şekilde Kleist ahlakı yalnızca kendisi için şart koşuyordu.) sonunu getiren de bu çelişkisi oldu. Çünkü o cinsellikte bile avcı olamadı ve hep bir av olarak kaldı. ‘’tutku şeytanının tebaası’’ olarak… Bütün hayatı boyunca yaşadığı bu tutkuda aşırılık, en nihayetinde uçurumu görünür kılmıştı. Ölüme duymuş olduğu şehvet, ölümün hayatının tek ve en mutlu anı olacağını hissettiriyordu ona. Bu nedenle ölümü diğer insanlar gibi alelade kucaklayamazdı. En büyük arzusu kendiyle birlikte ölüme yürüyecek bir kişi daha bulmaktı ve onca yıllık arayışın sonunda nihayet kanserden ölüme mahkûm olmuş birini ikna etmeyi başardı. Tıpkı yeni evli bir çift gibi (Kleist, muhtemelen o an yanındakinin bir kadın olduğunu bile idrak edemeyecek kadar ölüme odaklanmıştı.) Wannsee’nin çayırlarında yol alırlar ve orada, tam da kararlaştırılan saatte art arda iki el silah sesi duyulur: Hiç şüphe yok ki, ölmeyi yaşamaktan daha iyi becerir Kleist. ‘’Dur, bir kubbe nasıl durursa öyle dur, Çünkü her taşı düşmek ister onun da. Kurban et başını, bir kilit taşı gibi, Tanrıların şimşeklerine karşı dur ve bağır: hadi vur! Ve bırak baştan aşağı yarsınlar seni, Bir nefes, bir tutam harç ve taş Bu genç bağrı ayakta tutsun yeter ki.’’ FREDERİCH NIETZSCHE Nietzsche’nin hayatı ve kitaptaki bölümü üzerine bu incelemeyi yazarken şu an uygun sözcükleri seçmekten aciz olduğumu söylemek istiyorum. Bu sebeple bu kısmı kitabı okuyacakların takdirine bırakmak daha cazip. Sadece şunu belirtmekte fayda var ki, Nietzsche kendileriyle savaşanların içinde şeytanı ve kendisini en iyi tanıyan şahsiyetti. Bütün bir gerçekliğin bilinçli farkındalığına daha yaşarken bile sahipti. ‘’İnsan hakikate ne kadar dayanabilir?’’ Nietzsche’nin hayatı işte bu meydan okumaydı. Tıpkı Benjamin Button gibi (zihinsel olarak) ihtiyarlıktan gençliğe doğru bir hayat yaşıyordu. 24 yaşında olağanca ciddiyetiyle filoloji profesörlüğünü icra ederken 30 yaşında tüm akademiden ve unvanından vazgeçerek emekliliğini ilan ediyordu. 36 yaşında zihinsel dinamizminin zirvelerinde dolaşarak gençleştikçe gençleşti o. Ta ki en son, zihni bu sürekli gençleşmeyi daha fazla kaldıramayana değin… ‘’Çünkü ne olursa olsun şeytan kimin gözüne bakarsa, o kör olacaktır.’’ *** Son olarak, kitabın anti-kahramanı olarak Goethe’nin bağına kısaca değinelim. Onun farkı, en basit şekilde ifade edersek şeytanı tanıyor ve seziyor olmakla birlikte o şeytanla hiçbir zaman savaşmamış ve bu kavgadan hep kaçmış olmasıydı. Onun savaşı, yeryüzüne kök salarak yaşama çabasıydı. *** Muhtemelen başta Nietzsche olmak üzere her üç karakterle kendimi ziyadesiyle özdeşleştirmemden dolayıdır ki kitap beni derinden etkiledi. Kesinlikle herkese tavsiye ederim. Okurken asla sıkmaması bir yana Zweig’ın anlatıcılığı, kitabı salt bir biyografiden ziyade bir melodrama evriltmiş. Kitabı okuduğum sürece bu melodramı daha iyi hissedebilmek için arkada hep uygun müzikler açtım ki bu eserden aldığım hissiyatı çok daha iyi bir hale getirdi. *** Hölderlin, Kleist ve Nietzsche… üçü de kitabın baştan sona değin bahsettiği bu şeytanın gaipten gelen ritmini işiterek yaşadılar, uçurumun kıyısında ölümlerine yuvarlanırken bile. Bu sebeple onları tam olarak anlayamayacak olmamız kadar doğal bir durum olamaz. Çünkü, ‘’Müziğin sesini duymayanlar, dans edenleri deli zannederler.’’
Kendileriyle Savaşanlar
Kendileriyle SavaşanlarStefan Zweig · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20192,514 okunma
·
236 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.