Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Ay’a İtiraflar Bugün Søren abimin bir sözüne denk geldim. Verdiği akıl çarpıntısını özlemişim. Şöyle diyordu: "Kendiniz olmanın gerçekleriyle yüzleşin, çünkü ne olduğunuzu değiştiren şey budur." İnsan çok ilginç bir canlı. Bulunduğu her yerde besin zincirinin en üstünde bulunuyor. Daha doğrusu dominant bir şekilde doğanın sunduğuna tüm imkanları kendine göre kullanıyor. Olaya objektif bakabilme şansımız olsaydı eğer, gerçekten takdir etmekten başka yapacak bir şeyimiz olmazdı. Lakin öyle bir dünya yok. İronik bir biçimde yavrusunu hayata en berbat şekilde hazırlayan da o. Burada hayatta kalma veya çocuğun da ürüyecek bir potansiyele sahip olması ihtimalinden bahsetmiyorum. Gerçekliğin içine bıraktığın anda kendi başına yetebilme ve bunu yaparken kaybettiği tek şeyin fiziksel enerji olmasından söz ediyorum. Kimi canlılar döllemek veya yumurtlamaktan başka bir sorumluluk almazlar. Gözlerini açtıkları gibi yavruları hayatın sertliğine teslim ederler. Hayatta kalırlar ya da kalamazlar ayrı mevzu, ancak kaldıkları zaman kendi türlerine göre gerçekten yaşarlar. Kimi canlılar da gözler açıldıktan sonra sütten kesilene ya da kendi başına yemek bulacak hale gelene kadar ilgilenirler. Bu da başlangıçtaki fiziksel ve mental zayıflıklarının gelişme süresini beklemekten başka bir şey değildir. Bu süreçte tehlikelerden ve olumsuzluklardan uzak tutulmaya çalışılsa da onların varlıklarından soyutlama yoktur. Hazır olduklarını düşündükleri anda da direkt salarlar. Ağlamaymış, hayat zormuş, anne seni seviyorummuş vb. basmakalıp hiçbir yaklaşım sonucu değiştirmeyecektir. İnsandan bir alt basamak olan büyük primatları da ele alalım. Onlarda da fiziksel ve mental gelişim yavaş gerçekleşmektedir. Aynı zamanda bebeğin fiziksel yetenekler kadar sosyal becerilerini öğrenip geliştirmesi gerekir. Bu yüzden ilgilenilen süre ve çaba daha fazla olsa da yaklaşım temelde aynıdır. Yavrunun hem fiziksel hem de sosyal durumlarla idare edebilecek gücü olduğu sezinlenince tüm sorumluluk vakti gelmiş fikir gibi düşünceden gerçekliğe düşer. Peki insanlar da nasıldır dostlarım? Lanet olası koca beyninden dolayı ayaklarının üzerinde durması bile ortalama 2 sene alır. Düşünebiliyor musunuz o koca beyni taşımak için bedenin iki sene beslenmesi gerekiyor. Bu gerçekleştikten sonra fiziksel ilerleme biraz daha hızlanmaya başlar. Çünkü doğanın düzeni neyi kullanırsan onu geliştirirsin felsefesiyle ilerliyor. Beyni gibi bedenini de rahatça kullanmaya başlayınca gelişim de iyi bir ivmeyle ilerliyor. Sosyallik devreye girdiğinde de afallama başlıyor işte. Çünkü insanda yavruyu korumak çoğunlukla fiziksel nedenli durumlardan ziyade psikolojik olarak gerçekleştiriyor. Yani aslandan kaplandan uzak durmasını ve görünce kaçmasını değil, farklı abilerden ve ablalardan uzak durmasını telkin ediyorlar ya da düşüncelerin saçma sapan bir şekilde havaya uçuştuğu sohbet ortamlarından ya da maddi olarak daha aşağıda veya yukarıda olan yerlerden ya da cahil cühelanın veya putperestin yanından ya da yere düşmüş bir garip şekilli bir daldan ya da elektrik direğindeki ampülü patlamış karanlık sokaktan ya da resimden ya da matematikten ya da müzikten ya da koşmaktan ya da babasından ya da annesinden ya da akrabalarından ya da topluluğunu yönetenlerden vs. burayı sabahlara kadar yazsam bitiremem. Ki benim bıraktığım yerden bir başkası da ve bir başkası da en az benim kadar yazacaktır. Tüm bu korkutucu unsurların açıklamalarını hangi gerçeklikle yapıyoruz peki? Tabii ki bembeyaz hayallerle. Orada takılan abilerin ve ablaların kötü. Bak, bunlar iyi. Eğer bunlarla olursan sen de mutlu olursun. Kitaplarmış, gerçeklermiş, tartışmalarmış bunları boşver. Sen beni dinlersen eğer, yarın çok güzel hayatın olacak. O oyuncakları ve yemekleri hiç düşünme zaten. Bak burada tombala var. Akşama ailecek hep birlikte oynarız ve mutlu olursun. Sahip olduğumuz tüm bilgilerle çocuğun yarınlarının iyi olmasına çabalarız. Ancak yaratımın ilginç yanlarından birisi, hiçbir güç kendinden daha yüce ve güzel bir güç yaratmaya muktedir değildir. Yüzyıllardır insanlar ne gerçekten mutlu olabilmeyi ne sevmeyi ne yaşamayı ne de yaşatmayı becerememiş. Buna rağmen yüzyıllardır gerçekten ne durumda olduklarının farkında değillermiş gibi kendilerinden bir parça koyup yeni bir insan yaratarak onu da aynı saçmalığın içine dahil ediyorlar. İşin daha da kötü yanı, kendilerinin başaramadıkları şeyi onların başarmasını sağlayacaklarını zannediyorlar. Bunun sadece geç fark edilen bilgelik ya da hayatın aksilikleriyle alakalı olabilecekleri ihtimal bile olmadan direkt gerçeklikleri oluyor. Sonra da yavrucağın büyüdüğü zaman dışarıdaki gerçeklikler, onların lanse ettiği gerçeklikleri yavaş yavaş yıkıyor. Güzel sonlu hikayeler, mutluluğun zor süreçlerden sonra gelip sonsuza kadar kalacağı, gerçekten istenildiğinde elde edilebileceği, insanların ve yaşamın gerçekten iyi olduğu, büyüyünce sevileceğimiz ve seveceğimiz vs. ailenin yaratıcılığı ile genişliğine göre bu zincir daha da büyük oluyor. Aileden alınan bilgeliğin gün geçtikçe parçalandığı ve daha da kötüsü hayatın nesnel gerçekliğinin anlatılarının neredeyse bire bir zıttıymış gibi olduğunu fark ettiğinde ne oluyor? İşte, tam burada diğer canlılardan ayrılıyoruz. Fiziksel enerji kadar, hatta belki daha fazla mental istek ve ruhsal enerji harcamaya başlıyoruz. Bunca pozitifin aslında negatif olduğunu fark etmek ve her şeyi yıkıp tekrar oluşturmaya başlamak kolay mı? Şimdi, sıfıra gelmek ve ardından artıya geçmeye başlayacak hale gelene kadar kaybedeceklerimizin karşılığı ne olacak? Yıllarca hayallerimizi süslemiş o güzel kurguların hiçbirinin gerçek olmayacağını hâlâ biliyoruz. Gerçeklerin içinde de bunca çabaya değecek gerçek bir kurgu veya amaç bulabilir miyiz ki? Zannetmiyorum. Eksilerek yaşamak ya da ölemeden yaşamak gibi bir şey oluyor bu. Neresinden tutmaya kalksan elinde ufalanıyor ve rüzgara karışıp uzaklara uçuşuyor. Şimdi, tüm bunları niye yazdım? Hadi yazdım size niye ulaştı? Çünkü alçağın tekiyim. Kendinin ne olduğuyla yüzleşmeye çalışan bir alçağın tekiyim. Bunların gerçek olduğunu sezinleyen ve bunu algıladığı için kendisine olan sevgisine rağmen çocukluk imgesine duyduğu mahçubiyet yüzünden kendini affedemeyecek birisiyim işte. Hani şairin bir sözü vardı: Dokunsalar ağlayacak, dokunmuyorlar Varoluşun boşluğuna düşecek olmaya kimse seni hazırlamıyor. Manevi yoksunluğun yokluğunu hissettiğinde düşmemek için neler yapılacağını kimse sana anlatmıyor. Kendini keşfederken sapacağın sokaklarda kendi kendine bıçak çekerken bulacağın konusunda kimse seni uyarmıyor. Umudun ılık sularında yüzerken bir anda derinlerden çıkıp bacaklarını yutacak canavara karşı dikkatli olma öğüdünde kimse bulunmuyor. Bir karıncanın hayatta kalmak için gece gündüz harcadığı fiziksel eforun yetisiyle ve senin yetinin de gece gündüz mental efor harcamak olacağın konusunda kimse bilgi vermiyor. Bugün hayattayken de ölüyor olduğunu kimse sana hissettirmiyor. Tüm bunları yazarken kimse bana ‘ne diyorsun değişik?’ diye atıfta bulunmuyor. “Kazandığını hissetmek için kaybetmeyi bileceksin.” dediklerinde konunun oyun değil gerçekliğin kendisi olduğunu ve aslında gerçekten kazanılacak hiçbir şeyin olmadığını fark ettiren biri çıkmıyor. Hayatın kendisi gerçekten iyi bir öğretmen, ancak hayatın dişil olmadığı da aşikar. Merhamet denilen kavrama sahip değil. O yüzden yaşarken öğrenmek zor geliyor. Bir gıdım daha onursuz ve gurursuz olabilseydim de şu yazdıklarıma kendi hikayemi de ekleyebilseydim. O zaman ne bunları yazmış ve düşünmüş olmamın ne de sizlere ulaşmış olmasının alçaltıcı etkilerine karşı kayıtsız kalabilirdim.
·
593 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.