On dokuzuncu yüzyılın büyük gerçekçilik döneminden sonra yirminci yüzyılın yepyeni edebiyat anlayışına geçilirken iki önemli yazar var. D.H. Lawrence bu geçişin köprüsü, yazdıkları önceki yüzyıldan koparırken sonrakilere hazırlık. Ondan hemen önce de Marcel Proust var. Hem
kendi hayatının izlerini taşıyıp hem yaşadığı dönemi anlatan Kayıp Zamanın İzinde ne ondan
önce yazılanlara benziyor ne sonrakilere. Onunla bazı büyük romancıların yazdıkları arasında
benzerlikler kurulabilir elbette ama Proust’un büyük yapıtı gene de çok farklı. Kayıp Zamanın
İzinde debisi yüksek ama coşkuyla değil, dinginlikle akan bir nehir, öyle olmak zorunda, çünkü Proust o anda bir durumdan, bir nesneden, bir şeyden söz ederken söz ettiği neyse onun nasıl
bir bağlam içinde bulunduğunu anlamı ve anlatılanı çoğaltarak sürdürür.
Bunun için de denir ki Balzac ne kadar insanın hallerini anlatmışsa Proust da insanın hallerini anlatmıştır. Proust’un Balzac’a duyduğu yakınlığın nedeni de yazmaya çalıştığı, yazmayı kafasına koyduğu romanın yanı başında Balzac’ı görmesiydi. Anlattıklarını adeta sonsuzca çoğaltarak vermiş olması Kayıp Zamanın İzinde’yi zor okunan bir nehir romana dönüştürmüştür. Okurların Proust ile ilişki kurmakta zorluk çekmesinin bir nedeni romanın içinde kaybolma korkusuysa somut bir nedeni de Kayıp Zamanın İzinde’nin büyük hacmidir elbette.
Ama her iyi yazar için de benzer bir durum yok mu. Kendinizi yazarın yarattığı dünyanın içine sokmayı başaramazsanız hiçbir yazarı kolay okuyamazsınız, ne Dostoyevski’yi ne Cortázar’ı ne Kundera’yı. Hemen adlarını andığım bu üç yazarın yazdıkları dünyaya girmek de bir labirente girmek gibidir. Proust’un labirentinde kaybolmak insanı korkutmak yerine büyük bir insanlık serüvenini, sayılamayacak çokluktaki durum, kişi, olay çevresinde dolanıp onları yaratan zamanın izini sürerek keşfetmektir. Böyle okumak için zihinsel bir hazırlıktan sonra Proust okumaya başlayabilirseniz, sürdüreceğinizden kuşkunuz olmasın.
Yeri geldiğinde edebiyatın aynı zamanda ayrıntıların sanatı olduğunu söylerim.
Ayrıntıların önce insan için ne denli önemli olduğunu anlamadan, dolayısıyla
ayrıntıları görme yetisini kazanmadan insan bireyliğini de kazanamaz. Demek
–müzikle birlikte– bütün sanatların üstünde, doruk noktasında bulunan edebiyatı
büyük bir ayrıntı dünyası olarak yaratmak ve okumak gerekir. Böylece kendinizi
Proust’un yanında bulursunuz. Üstelik başkalarınınkine benzemeyen bir anlatı
dünyası, biçimi ve dili var. Okurun da yazarın da kendisinden çok şey öğreneceği
bir roman biçimi bu. Çok şey öğrenmekten kaçınabilir miyiz...
Proust bize edebiyatın aslında ne kadar zor bir yaratma eylemi olduğunu, ne kadar çok çalışmayı gerektirdiğini, insana dair ne varsa onları atlamamayı, arayışın sınırsızlığını, gerçeğin izinde yazınsal olanın nasıl bulunacağını gösterir, öğretir. Bunu izlemeye, görmeye, bunun hazzını
almaya gönlü olmayan okur olur mu?
On beş yıldır birlikte olduğumuz okurlarımız Notos’un özellikle yazarlarla ilgili dosyalarını hazırlarken uzak bir gelecekte bile yeniden elimize alacağımız, kaynak olarak kullanabileceğimiz sayılar hazırlamaya çalıştığımızı bilir. Notos’un yazar sayılarının vazgeçilmez, değerli bir koleksiyon oluşturmaya başladığını sanırım söyleyebiliriz. Ama biz bu sayıları yalnızca kendi bilgimizin sınırları içinde hazırlayamayız. Pek çok yazardan destek alıp onlarla birlikte çalışma alışkanlığımız var. Bu sayımızın hazırlanmasında belirleyici rolü Nedret Öztokat Kılıçeri aldı. Nedret çok sevdiğim bir arkadaşım, değerli bir
Fransız dili ve edebiyatı hocası, çalışkan bir yazar, çevirmen. Onun bu sayıdaki katkısına paha biçilmez. [Semih Gümüş]