Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

144 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
10 günde okudu
Fransız ihtilalinden (1789) yaklaşık çeyrek asır önce, Jean-Jacques Rousseau tarafından yazılan(1762) Toplum Sözleşmesi monarşi yönetiminin daha fazla yaşamayacağını öngören en önemli sosyolojik eserlerden biridir. Kitap 4 ana bölümden oluşmaktadır; Birinci bölümde; doğal halden medeni hale geçiş ve toplum sözleşmesinin koşulları, İkinci bölümde; yasama, egemenlik kavramı, Üçüncü bölümde; yönetim biçimleri, Dördüncü bölümde; devletin yapısının sağlamlaştırılmasının yolları incelenir. Rousseau ‘İnsan özgür doğar ama her yerde prangaya vurulmuştur.’ cümlesiyle iddialı bir giriş yapmıştır. Rousseau toplumların en eski ve doğal olanını aile toplumu olarak görür. Aile içerisinde çocuklar babaya itaat eder, baba da çocukların ihtiyaçlarını karşılar. Çocuklar büyüyüp kendilerine yetecek hale geldikçe babanın çocuklar üzerindeki iktidarı giderek azalır ve iki tarafta bağımsızlığına kavuşur. Kişi olgunluk çağına geldiğinde kendisinin efendisi olur. Yani aile, siyasal toplumların ilk modelidir. Tüm çocuklar özgür doğar ve özgürlüklerini kendi menfaatleri için ebeveynlerine devrederler. Aile toplumunda babanın çocuklarına davranışlarının kaynağı sevgiyken, siyasal toplumlarda bu sevginin yerini buyurmanın hazzı alır der Rousseau. Rousseau hiçbir yönetim biçimi ya da devletin sonsuza kadar yaşamayacağını söyler fakat bu süreci uzatan faktörlere de değinir. En güçlünün efendi olarak kalması için gücünü hakka, itaati de göreve dönüştürmesi gerekir. Rousseau köleliğin hangi şartlarda ortaya çıktığını incelemiştir. Ona göre kimse kendi özgürlüğünü durduk yere bir başkasına bahşetmez. Bir insan kendi özgürlüğünü başkasına sunarken onunda bir kazancı veya sebebi vardır. Örneğin savaşta galip gelenin mağlup olanı öldürme hakkı/şansı vardır. Fakat galip gelen isterse mağlup ettiğini kendine köle yapabilir. Böylece yenilen asker hayatını kazanırken kazanan taraf ise köle kazanır. Ayrıca Rousseau’ya göre kişi kendi özgürlük hakkını başkasına sunabilse de, çocukların özgürlük hakkı devredilemez. Rousseau savaşları bireysel değil devletler nazarında incelemiştir. Yani bireylerin birbiriyle bir husumeti yoktur ancak onları düşman yapan şey devletlerdir. Vatandaş ve insan olarak dahi bu kişiler düşman değildir, sadece asker kimlikleriyle düşmandırlar. Rousseau’ya göre insanların kendilerini korumak ve hayatlarını kolaylaştırmak için bir araya gelmekten başka şansları yoktur(sf27). Çünkü insanlar yeni güçler yaratamaz sadece var olanları birleştirip yönlendirebilir. Bunu da sözleşmeler yoluyla yapar. Bu sözleşmeler bireylere mensubu oldukları devlete karşı sorumluluklar yükler. Fakat bu sorumluluklar kişilerin özgürlüklerini kısıtlamaz ya da köleleştirmez aksine özgürleştirir. Bu sözleşmelerle kişiler doğal durumdan medeni duruma geçer. Medeni hale geçen insanlar devranışlarını şekillendirirken içgüdülerinin yerine adaleti ve ahlakı koyar. Bu durumu Freud’un değişiyle id’den ego ve süperego’ya geçiş olarakta değerlendirebiliriz. İnsanlar medeni hale geçerek doğal özgürlüklerini kaybederler. Bu doğal özgürlük kişinin her istediğine erişebileceği sınırı olmayan bir özgürlük anlayışıdır. Fakat bu doğal özgürlük dediğimiz şey nefse köle olmak değil midir? Ahlakın, saygının, genel iradenin olmadığı yerde nasıl özgürlükten söz edebiliriz. İnsanı kendisinin efendisi yapan asıl özgürlük medeni yolla gelen ahlaka dayalı, kişinin kendi kendine dayattığı yasalarla gelen özgürlüktür. Rousseau bu durumu şu cümleyle açıklar; …insanı gerçekten kendinin efendisi kılabilecek tek şey budur(medeni özgürlük); çünkü sadece iştaha dayalı itki köleliktir ve kişinin kendi kendine dayattığı yasaya itaat ise özgürlüktür. Rousseau insanlara ihtiyaç duydukları mülke sahip hakkı tanır fakat bununda sınırlarını çizmiştir. Bir toprağı işgal eden olmak için, o toprağın kimse tarafından iskan edilmemiş olması, sadece ihtiyaç duyulduğu kadarıyla işgal edilmesi ve bu toprağa emek harcayarak, onu ekip biçmesi gibi belli şartlar gerekir. Bir toprağa ayak basmak oranın efendisi olmak anlamına gelmez tabi ki. İskan edilmemiş uçsuz bucaksız bir toprağı elde edip soyunu oraya yerleştirmekte bir gasptır der Rousseau(Konuyla ilgili detaylı bilgi için:9.bölüm-gerçek mülke dair). Kitabın ikinci bölümünde egemenlik kavramı ele alınmıştır. Devletler bireylerin özel menfaatleri için hareket etmez. Devletlerin menfaati, bireylerin kişisel çıkarlarından oluşan kolektif bir çıkardır ve herkes bu ortak çıkar için hareket eder. Toplumsal bağı oluşturan şeyde bu farklı çıkarların ortaklığıdır der Rousseau. Yani egemenliği bu genel iradenin uygulanması olarak görür. Toplumsal bir varlık olan bu egemenlik aktarılamaz ve bölünemezdir. ‘…iktidar aktarılabilir fakat irade(Rousseau egemenliği toplumsal irade olarak değerlendirmiştir.) aktarılamaz’ (sf:39). Rousseau egemen iktidarın bireylerden talep hakkı olduğunu söyler. Devlet isterse yurttaşlarına toplumsal fayda için savaşmalarını, ölmelerini, verilen cezaya boyun eğmelerini isteyebilir. Yurttaşlarda buna uymak zorundadır. Bireysel menfaatler değil toplumsal menfaat önce gelir. Fakat hiçbir bireyinde kendisi için dövüşmesine gerek kalmaz. Güvenlik hakkını devlet tebaaya sağlamak zorundadır ki buda bir kazançtır. Özetle egemen irade topluluğun faydasına olmayan hiçbir talepte bulunamaz. Devlet gerekli olması halinde vatandaşlarına ceza verebilir. Vatandaşlarda bu cezaya boyun eğmelidir. Rousseau’ya göre iyi yönetilen bir devlette az suç işlenir böylece az ceza verilir. Devlet çökerse suçlar artar fakat ceza(kontrol) makamı ortadan kalkacağı için suçların önüne geçilemez ve güvensiz, huzursuz bir toplum ortaya çıkar. Bir egemenlik beyanı tam olarak nedir? Bu üstün ast ile olan bir anlaşma değil, gövdenin tek tek her bir uzvuyla yaptığı anlaşmadır. Bu anlaşma meşrudur –çünkü toplumsal sözleşmeye dayanmaktadır, adildir- çünkü herkes için müşterektir, yararlıdır- çünkü kamunun iyiliğinden başka bir konusu olamaz, sağlamdır- çünkü güvencesi kamu gücüdür ve en yüksek iktidardır.(sf47) Rousseau yasayı genel irade olarak görür ve yasa toplumun menfaati için o toplum tarafından belirlenmelidir der. ‘Romalılar sizi mutlu kılacak yasaların bizzat yaratıcısı siz olun.’ Günümüzde güçler ayrılığı ilkesi olarak bildiğimiz yasayı koyan ve uygulayan kişinin veya zümrenin farklı olmasına da değinir. Yasa koyma görevi insanlara hükmetmekle alakası yoktur ve ayrı tutulmalıdır. Yanı yasayı kaleme alan kişinin yasayı uygulama ya da yargılama hakkı olmamalıdır. Yasalar önemlidir ama daha önemli olan şey yasanın uygulanacağı toplumdur. Yani yasalar toplumlara göre belirlenmelidir. Ahlaki batağa batmış bir toplumu o bataklıktan çıkaracak güç yasalar değildir. Rousseau ayrıca yasaların toplumlara doğru zamanda uygulanmasının da önemine değinir. Toplum belirli bir yasayı taşıyabilecek olgunluğa eriştiğinde o yasayla tanışmalıdır der. Eğer bir insan bir noktadan başka bir noktaya gitmek isterse öncelikle hareket edebilmesi –yani felçli olmaması- ikincisi de oraya gitme isteği olması gerekir. Eğer bunlardan biri yoksa diğerinin bir anlamı yoktur. Buna benzer olarak siyasal başarı içinde güç ve irade olması gerektiğini söyler. Güç yürütme kuvveti, irade ise yasama kuvvetidir. Siyasal açıdan da bunlardan biri eksikse diğerinin bir anlamı yoktur. ‘Peki, yönetim nedir? Tebaa ile egemen merci arasında, bunların karşılıklı ilişkileri için yerleştirilmiş yasaların yürütülmesiyle ve sivil olduğu kadar siyasal özgürlüğün de sürdürülmesiyle görevli aracı bir gövdedir.(sf76)’ Rousseau yönetim biçimlerini oluşturan ilkeleri ve yönetim biçimlerini ele alırken öncelikle hükümdar ile yönetim biçimini birbirinden ayırmanın önemine değinmiştir. Bu konuda Rousseau’nun fikirlerini şöyle özetleyebiliriz. Rousseau’ya göre eğer bir devlette ne kadar çok yüksek rütbeli varsa yönetim o kadar zayıftır. Yani yönetimlerin en aktifinin tek kişinin olduğu yönetim olduğunu söyler. Aynı zamanda devlet ne kadar büyükse o kadar çok monarşiye ihtiyaç vardır. Daha doğrusu güç ne kadar az elde toplanırsa devlet için o kadar faydalıdır. Fakat hükümdarın değişimi devletin dinamiklerini sarsabilir. Ayrıca bir devletin bekasını tek bir kişiye bağlamak çok risklidir. Bu yüzden monarşi ile yönetilen devletlerde senatonun önemine dikkat çeker. Demokrasiyle ilgili yönetimin halkın büyük bir bölümüne veya tamamına emanet edilmesi olarak, aristokrasiyi ise yönetimin halkın küçük bir kesimine emanet edilmesi olarak değerlendirir. Rousseau’ya göre demokrasi o kadar harika bir yönetim biçimidir ki insanlar için uygun değildir. ‘Tanrılardan oluşan bir halk olsaydı eğer demokratik olarak yönetilirdi. Böyle kusursuz bir yönetim insanlara uygun değildir.(sf:88)’ Ayrıca demokrasi erdeme dayanır ve erdem olmadan demokrasi varlığını sürdüremez der. Aristokrasi ile ilgili olarak Rousseau şuna da değinir ki aristokratlar yönetimin kendi iç örgütlenişini istedikleri gibi belirleyebilmelerine rağmen halka yalnızca halk adına konuşabilirler. Yani Aristokrasi gücünü halktan alır ve halk adına konuşur. Aristokratların nesil yoluyla mı, seçilerek mi yoksa doğal yollarla mı seçildiği çok önemlidir. Doğal seçimle aristokratların belirlenmesi sıradan halklar için uygundur. Seçilerek gelmeleri en iyi yöntem iken nesil yoluyla aristokratların belirlenmesi en kötüsüdür. Rousseau’ya göre bu yönetim biçimlerinden hangisinin en iyisi olduğu sorusu çözümsüz ve sebepsizdir. Bu durum devlete, topluma göre değişir. Fakat bir halk iyi mi kötü mü yönetiliyor sorusu cevaplandırılabilir. Halkın kendi içinde bireysel olarak devletten talepleri vs. farklı olabilir. Kimi kesim halkın yönetilme biçiminden memnunken diğer kesim olmayabilir fakat bu soruya cevap bakmamız gereken şey şudur ki; dış imkanlar, sömürgeler, vatandaşlığa almalar vs. olmadan halkın nüfusu artıyor mu azalıyor mu? Eğer artıyorsa o devlette huzur ve güven vardır, iyi yönetiliyordur. Eğer azalıyorsa yönetim kötüdür ve halk yok olmaya gidiyordur. Günümüzde şartlarında bu durumu incelediğimizde Rousseau’ya hak vermek pekte mümkün görülmüyor. Rousseau’nun görüşünün aksine pozitif değil negatif bir korelasyon olduğunu bile söyleyebiliriz. Devletlerin ömürleriyle ilgili Rousseau şöyle der; ‘Sparta ve Roma bile yok olmuşsa, hangi devlet sonsuza dek sürmeyi umabilir?(sf111)’ Yani ona göre her devlet bir gün yok olur. Rousseau da İbn-i Haldun gibi devletin ömrünü insan ömrüne benzetir. İnsanın ömrünü uzatmak insanın elinde değildir ancak devletin ömrünü uzatmak insanların elindedir. Bu yüzden ‘İnsan ömrü doğanın eseriyken devletin ömrü sanat eseridir(sf112)’ der. Rousseau’nun görüşleri İbn-i Haldun’un görüşlerini hatırlattı bana. İbn-i Haldun'a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamalar ve insanın geçirdiği aşamalar aynıdır. Ayrıca Rousseau’ya göre devleti ayakta tutan şey yürütme gücü değil yasama gücüdür. Yasama gücünü kalbe, yürütme gücünü ise beyne benzetir. Beyin durursa insan yaşar ama kalp durursa insan gibi devlette ölür. Medeniyetler ilk kurulmaya başladığında teokrasi ve krallıktan başka yönetim biçimi yoktu. Bu yüzden her şey tanrı eliyle (kralın tanrının dünyadaki eli olması gibi) yapılırdı. İki halk birbiriyle savaşacaksa bu iki halk aynı tanrıya inanamaz ya da aynı tanrı için diğeriyle savaşamazdı. Bu yüzden ulusal bölünmelerle çok tanrıcılık ortaya çıktı. Bu şekilde sivil hoşgörüsüzlük doğdu. Rousseau bu bölümde Hristiyanlık ve Müslümanlık dinlerini incelemiş. Mezhep ayrılıklarının oluşumuna değinmiştir. Kitapta genel olarak değinebileceğim noktalara değindim. Yalnızca Sosyal Bilimlerle ilgilenen insanların değil her kesimden insanın keyif alarak okuyabileceği, içerisinde birçok noktada alıntılar yapabileceği ince bir eser.
Toplum Sözleşmesi
Toplum SözleşmesiJean-Jacques Rousseau · Kapra Yayınları · 202014bin okunma
·
456 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.