Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

256 syf.
·
Puan vermedi
Devlet Rejimdeyken Ne Yer?
Replika romanların çağından geliyorduk. En hazin öykülerin kangren tufanı trajedisi, sansasyonel aşk hikayelerinin müstehcen pastöryeleri, halihazırda mukavva kıvamına getirilen tarihin oynaşmaya müsait zeminine fayans takviyesi ve daha nicesi. Her biri yaşamaya değer bir hayat numunesi uzatıyordu kendi zaviyesinden. "Yaşamaya değer" dediğimiz hayatlar, bizlerin yani "halk" olarak bizlerin yetiştiriliş, yaşayış ve anlayışına mugayir hayatlar oluyordu ekseriyetle. Peyami Safa ile soluk alma imkanı yakalıyorduk bir nebze ama bizi hayfa tutacak sayfalar da okuyorduk kaleminden. Roman her zamanki gibi ciddiydi. Otoriteydi. Öyle ki evvel zaman önce okuduğum ve zikir sahibini unuttuğum şu cümle, roman türünün bizdeki yerini özetlemeye yetiyordu; "Şayet Peyami Safa'yı komünist yapabilseydik, bütün bir Türkiye komünist olurdu." Hekimoğlu İsmail de mezkur eserinin dibacesine şöyle bir not düşüyordu; "İdeolojiler ve fikirler, en iyi roman ile anlatılır ve aktarılır." Bu iki iktibas çerçevesinde şimdi yeniden düşünelim yukarıdaki cümleleri. Yeniden düşünelim roman türünün ciddiyetini. Sonra hatırlayalım, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerin halka hangi kanal üzerinden rızayı imal ederek kabul ettirildiklerini. Çünkü sözlü aktarım kültüründen gelen bir millettik biz. Hikayelerimiz, destanlarımız ve menkıbelerimiz vardı bizim. Hikmeti damıtırdık onlarla. "Böyle olmalıyız" ile "Böyle olmamalıyız" dediğimiz karakterlerden alırdık nasihatlerimizi. Romanı ayrı kılan bir deklanşör ayrılığı vardı. "Olmalıyız" ile "olmamalıyız" muvazenisini imha eden bir farklılık. Menakıb bize "örnek" teşkil eden karakterler tanıtırken, romanlar ise bize "O"nu "ben" yapacak karakterler şeklederdi. Öyle ki şahsımıza, ruhumuza ve yaşayışımıza en aykırı karakterde bile kendimize dair bir şeyler bulur ve o minicik "bir şeyi" büyüterek "ben" kertesine taşırdık. Nitekim öykülerdeki ve menkıbelerdeki karakterler, detaysız kahramanlardı. Sözgelimi, yan karakterin ismi yoktur çoğu kez. Olsa da yan karakterin hayatına dair nüanslar aktarılmaz. Romanda ise işlerin böyle yürümediği gerçeği vardır. Romandaki baş karakteri herhangi bir arkadaşımızdan daha iyi tanırız. Ve yine sözgelimi, Raskolnikov ile kıyasa muktedir bir ahbap yoktur çevremizde. Zira onu kahir ekseriyetle kendimizle kıyaslarız. Özümüz ile bir rabıtası vardır çünkü onun. Çünkü onu "bütün bir hayatı" ile tanırız. Onun hayatını okurken "tıpkı benim gibi" dediğimiz karakter nitelikleri toplarız. Günün sonunda aldığımız Z raporu, hayat süreğine irili ufaklı ivmeler katar söz konusu eser ve karakter üzerinden. İşte bu olasılıklara binaen, romanın deklanşör ayrılığı vardır. Zihnimizi koca bir "photo darkroom" edendir o ayrılık, ayrıksılık. "Roman mühimdir" ve "roman lazımdır" çıkarsamaları arasındaki kanaate erişmezden evvel romanı görmezden gelme çabalarımı halisane şekilde sürdürmüş olmam şahsım adına koca bir teessüf. Roman dediğimiz bu alengirli şırınganın gerekliliğine büsbütün kani olarak diyebilirim ki; roman ıslah edilmedikçe, edebiyatımız ıslah edilemez. Şiir, edebiyatın üstündedir ve fakat şiirin altı (edebiyat) çürüktür. Bugün şiir hak ettiği pahaya erişemiyor ise sebebi budur. Edebiyata, yani estetik imalathanesine bigane kalmış bir toplumun şiire kıymet vermesi muhal. İşte roman maslahatı, işte istidat sahipleri. Gayrı çıksın birileri. * * * 67 yılında çıkan ve baskı rekortmeni olan bu eser, nasıl oldu da bu kadar geç rastladı hayatıma bilmiyorum. İlk defa gül kurutmak istedim bir kitabın arasında. İşte bu içtenlik dolu istek, mahal bırakmıyor sayfa dolusu övgü cümlelerine. Minyeli Abdullah eserinin altında 10 farklı tefsir, 20 farklı siyer, 50 farklı psikoloji ve sosyoloji, 150 farklı tarih, 50 farklı antoloji kitabı ve bunlara ek olarak 5 bini aşkın kitap ve makale olduğunu müşahede ediyoruz. Üstelik bu sayıları söylerken büyük bir tevazu göstererek söylüyoruz. Minyeli Abdullah'ı okuyan bir Müslüman gencin (erkek yahut kadın fark etmez) Osman Öztürk'ün Genç Adam'ını, İhsan Şenocak'ın İslâmın Kızına'sını, Müslüman Gence'sini, Nureddin Yıldız'ın Arşın Gölgesindeki Genç'ini, Hür Yürekli Genç'ini, Bu Ümmetin Kızı'nı, Mücahide Kadını'nı, Mümin Evi'ni ve daha nice alim kişinin bu minvaldeki eserini okumasına lüzum yoktur. Öyle ki İmam Gazali Hazret'in Ey Oğul'u dahi bu kervana dahil edilebilir. Çünkü Minyeli Abdullah, "20. Yüzyılda doğmuş ve yaşamış bir sahabe" diyebileceğimiz raddede bir mümin, bir münevver, bir mücahit, bir şehit. Ve bir de bu sahabe timsali zatın, sahabiye ruhlu hanımı Sevde.. Rüyasında Hz. Hatice validemizi ağırlayacak nispette O'nun yolundan giden Sevde Ana... Müslüman nedir, Müslümanın evi ve evliliği nasıldır? Bunları görüyoruz Minyeli Abdullah'ta. Mezkur eseri, muadil eserlerden üstün kılan şey ise şüphesiz 20. Yüzyılda geçiyor oluşu. Saadet Asrı'ndan hikmetler ve hidayetler okurken, iradeüstü bir vesvese ise "o zamanlar öyleymiş" nevinde mırıldanıyor ve bu asır ile Saadet Asrı arasına 14 asır koyuyoruz. Dokunduğumuz eşyalar ve tüfeğin icadı, Asr-ı Saadet ile günümüz arasına aşılmaz uzaklıklar katıyor tasavvur düzleminde. Fakat Minyeli Abdullah tek arşında aşıyor o uzaklığı. Uzağı bize yakın ediyor. İşbu sebebe binaen, hiçbir kitap için söylemediğim şu sözü bu kitap için zikre layık buluyor ve; "şayet lisede okusaydım, bugün olmak istediğimin ötesini olmuş olurdum" diyorum. * * * Spoiler vermemek için: Minyeli Abdullah, rejimin istediği kılıfta bir adam olmayı becerememiş bir zat. Her şey böyle başlıyor ve böyle bitiyor. İslâm ise rejimin istediği şekilde bir din olmayı beceremediği(!) için hor görülmeye ve hatta imha edilmeye müstehak. Abdullah ise devlet ve rejim arasındaki farkı idrak edebilen istisnalardan bir istisna olduğu için rejime rağmen vatanına ve milletine olan aşkını her fırsatta ikrar ediyor ve "Vatan sevgisi imandandır" esasına riayet ile yaşıyor. Duçe'nin, Führer'in, Şef'in olduğu bir çağda, Mısır'da da Firavunluk hortluyor ve Abdünnâsır devrimleri ile İslamiyet hizaya çekiliyor. Rejimin ve devrimlerin, Avrupai heveslerin, komite tarafından halka teşvik edilen fuhuş, spor ve bilumum eğlencelerin altında ezilen Müslümanların içine düştüğü cephesiz savaşı yeniden müşahede ediyoruz Minyeli Abdullah'ın gözünden. Tarihin kirli gerçeklerini bir Abdullah olarak okudukça, dişlerimizden sökün eden gıcırtılar saplanıyor kitabın sayfalarına. Burada bir parantez açmak gerekiyor. Türkiye'nin Mısır ile arasındaki tarihi rabıtanın zerresi dahi diğer devletlerin hiçbirinde tahakkuk etmiş değildir. Mısır, 1952'deki devrime kadar Türkiye ile olan rabıtasını sürdürmüş, öyle ki Osmanlılığı bayrağında dahi (bilinçli yahut bilinçsiz) yaşatmıştı. "Türk-Osmanlı hanedanlı bu devlet, etnik Arap devleti olmaktan ziyade, ikinci bir Osmanlı gibiydi. Hanedan Türkçe bilir ve konuşurdu. Yüksek bürokrasi ve askeriye de öyleydi. Türkiye ile ilişkiler, devletler arası ilişkilerin ötesindeydi." Mısır'ın Firavunu hortlayana dek bu böyle sürüp gitti. Hekimoğlu İsmail'in Mısırlı bir mücahidin hayatını yazması elbette beyhûde değildi. Keşmirli Abdullah'ı ya da Kabilli Abdullah'ı yazmak yerine Minyeli Abdullah'ı yazdı. Çünkü Mısır ile; Osmanlı sonrasına uzanan müşterek makus tarihimiz var. Abdullah, İstanbullu Abdullah da olamazdı. Nitekim eser bu haliyle bile yasaklanmış ve toplatılmıştı. Yüce bir İslam Devleti ideali güden Minyeli Abdullah'ın kafir rejim ile olan mücadelesi, Mısır-İsrail savaşındaki cephelerde son buluyor. Kitabın tüm çevrelerce okunmasını yürekten dilediğim için, kitaba dair en ufak spoiler vermeye kalemim varmıyor. Okuyan kimseler ile kitabı tartışmak ve konuşmak, okuyan herkese de "Halit'in akıbeti ne olmuş olabilir?" diye sormak isterim..
Minyeli Abdullah
Minyeli AbdullahHekimoğlu İsmail · Timaş Yayınları · 20123,241 okunma
··
3.426 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.