.. ne çok insan yüzü varmış da hiç farkına varmamışım..Ah, gençken yazılan mısraların değeri zaten nedir ki? Beklenmeli ve bütün bir ömür, mümkünse uzun bir ömür boyunca anlam ve lezzet toplanmalıydı ve sonra, en sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar sanıldığı gibi duyguların değil (duygu erkenden vardır birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir.
Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli. İnsan, bilinmeyen yerlerdeki yolları, beklenmedik rastlantıları ve uzun zamandır yaklaşmakta olduğunu sezdiği ayrılıkları düşünebilmeli, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; sevindirici bir şey söylediklerinde (fakat bir başkası için büyük bir sevinçti bu) anlamayıp kırdığımız anne babaları; o kadar çok, derin ve ağır değişimlerle garip, tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz ve kapanık odalarda geçen günleri; deniz kıyısındaki sabahları; denizi, denizleri; yukarılarda çağıldayan, yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini düşünebilmeli. Bütün bunları düşünebilmek de yetmez. Anılar da olmalı; birbirine benzemeyen birçok sevda gecesinden, doğuran kadınların çığlıklarından, içlerine kapanık, hafif, solgun, uyuyan loğusalardan gelme anılarımız da olmalı. Hem sonra ölenlerin yanında bulunmalı; açık penceresinden içeri kesik kesik gürültüler dolan odalarda, ölülerin başucunda oturmuş olmalı. Bu da yetmez, anılar da yetmez. Çoksa anılar, onları unutabilmeli, sonra da dönüp gelmelerini beklemekten yana büyük sabır göstermeli. Çünkü anılarla da bitmez. Onlar ancak içimizde kan, bizde bakış ve davranış oldukları, isimsizleştikleri, artık bizden ayırt edilemedikleri zaman, işte ancak o zaman, çok seyrek bir saatte, bir mısraın ilk kelimesi, anıların arasından, anılardan çıkıverir.
.
Rilke,Avrupa edebiyatının seyrini değiştiren bir yazar.
Arka Kapak..
Modern edebiyatı derinden etkileyen Rainer Maria Rilke'nin tek romanı olan Malte Laurids Brigge'nin Notları, yazarın 1902 ve 1903 yıllarını geçirdiği Paris'teki gözlemlerinden esinlenir.
Rilke'nin günce biçiminde kurguladığı bu başyapıt, bir yanıyla yazarın Paris anılarını canlandıran otobiyografik bir roman olma özelliği taşırken diğer yandan XX. yüzyıl başında büyük kentlerde yaşanan ışıltılı sanayileşme sürecinin, insanlar üstünde yeni yoksulluklar yaratan karanlık etkisini vurgular.
Birçoklarınca varoluşçu edebiyatın ilk parlak örneği olarak kabul edilen bu eserde Rilke'nin bütün ana temalarını; aşkı, ölümü, çocukluk korkularını, kadının tanrılaştırılmasını ve bir "gönül meselesi" olarak ele aldığı "Tanrı" düşüncesini görmek mümkündür.
Şimdi ıssız kalan yurdumu düşündükçe, öyle sanıyorum ki, eskiden böyle değildi bu. Eskiden insan biliyordu -ya da belki de seziyordu ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımak tadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar, ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. O vardı işte ve ölüm, onların her birine garip bir ağırbaşlılık, sakin bir gurur verirdi.
Keyifli aynı zamanda hüzünlü aynı zamanda yorucu bir okuma oldu.
Rilke nin üslubu ile tanışmak isteyen okurlara tavsiye ederim.
*..bir ayna arıyoruz, yüzümüzdeki boyaları silip sahte olanı çıkarmak ve gerçek olmak istiyoruz. Ama yine de bir maske parçası yapışıp kalmış bir yerimizde, unutmuşuz. Kaşlarımızda bir abartma izi durmakta; ağzımızın köşesinde bir kıvrım olduğunu fark etmiyoruz. Ve bu halde, dolaşıyoruz ortada; bir maskara ve bir yarım halinde ne gerçek bir insan ne de bir oyuncu olarak.*
İyi okumalar dilerim.
**Çeşit çeşit gözler gördüm, bana inanabilirsin; öylesini görmedim fakat. Bu gözlere hiçbir şey istemezdi, her şey içlerindeydi.