Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

1248 syf.
6/10 puan verdi
Bir Faşist Olarak Dostoyevski
Dostoyevski hakkında ne zaman iyi bir şeyden bahsetseydim, birileri hemen önüme şunu koyarlardı: Evet ama Türkler için dediklerini ne yapacağız! Yahu bu adam Türkler için ne demiş olabilir ki, diye düşünür dururdum! Neler dememiş ki? Ya İstanbul’a karşı olan emellerine ne demeli! Dostoyevski’yi iki açından ele almakta fayda var, ilki edebi kişiliği diğeri ise siyasi kişiliği. Edebi anlamda ortaya koyduklarından yola çıkarak kendi alanında bir dahi olduğunu söylemek abartı olmaz sanırım. Özellikle kişilik analizlerinde en iyiler arasında rahatlıkla gösterilebilir. Ancak toplumsal olayların değerlendirmesinde ve özellikle de siyasi görüşü tam bir facia; bu kalibrede bu kadar dar bakışlı, bencil bir yazar daha bulmak zor. Faşistlik peşinde koşanlar belki siyasi görüşlerini daha iyi anlayabilirler ama benim kabullenebileceğim tarzda şeyler değil. Tabii ki şunu özellikle belirtmek isterim, benim nazarımda bu kokuşmuş düşünceleri eserlerine asla zarar vermez. O eserlerin her birinin bir kimliği oluşmuştur ve yazardan kopmuştur. Her sanatçı için de olaylara böyle yaklaşmakta da büyük fayda vardır. Yaptığı hatalar kendisini bağlar eserlerini değil. Günlüğü’nü nasıl ifade ediyor, Türkler için neler söylüyor ve İstanbul’la ilgili emelleri neler onlara bir bakalım. “Günlüğün şimdilik belli başlı amacı, elimizden geldiğince ulusal manevi özelliğimizle ilgili düşünceyi açıklamak, günümüz gerçekleri içinde bu düşünceyi ortaya koymaktır.” “Günlük her ayın siyasal olaylarını gündeme getirmek savında değildir; ancak günümüz siyasal olayları içinde daima milli ve halksal bakış açımızı saptamak ve dile getirmek çabası içinde olacaktır.” “… günümüz gerçekleri içinde” acaba bu ifade, söylenenleri hafifletir mi? diğer bir nokta “… milli ve halksal bakış açımız” bu daha vahim bir durum, sizin milli ve halksal bakış açınız bu mu? Avrupa’nın Rusları barbar bir millet olarak görmesinden yakınıp, bir başka milleti yamyam olarak göstermek hangi düşünceye sığıyor anlamakta sıkıntı çekiyorum. Tabii ki bu söylemleri Günlüğün önüne geçiyor – her ne kadar başka konular işlenmiş olsa da; örneğin birkaç hikaye yer alıyor, yargılama konuları var, yine hamile bir kadının ruh durumunun değerlendirmesi, kendisine yapılan eleştirilere cevap vb.- yani mensubu olduğum millet hakkında böyle ithamlarda bulunurken, tutup dikkatimi başka yönlere çekemem. “İnsaf edin Allah aşkına, durun size bir anekdot aktaracağım. Daha önce buna yer vermiştim, Bulgaristan’daki vahşetten sonra Moskova’ya getirilen anasız babasız çocukların yerleştirildiği bir yuvada on yaşlarında hasta bir kız çocuk var, gözleri önünde Türklerin babasını diri diri yüzmelerine tanık olmuş (bu dehşeti unutabilir mi?). Bu barınakta hasta bir Bulgar kız daha var, o da on yaşlarında, geçenlerde anlatmışlardı. Tuhaf bir hastalığı varmış: Yavaş yavaş eriyormuş kızcağız, sürekli uyku halindeymiş. Uyuyormuş, ama uyku onu güçlü tutacağı yerde daha fena yapıyormuş. Çok ciddi bir hastalıkmış. Bu kız belki de çoktan ölmüştür. Korkunç olaylar yaşamış zavallı. İki üç yaşındaki erkek kardeşini, küçücük yavruyu Türkler almış, önce gözlerini oymuşlar, sonra da kazığa geçirmişler. Yavrucuk ölene kadar uzun süre inlemiş, tamamen gerçek bir olay bu. Bu kız yaşamı boyunca bu yaşadığı dehşeti unutabilir mi? Bütün olay kızın gözleri önünde olmuş. Doğa belki de bu zavallılara bilerek bu uyku hastalığını bağışlamıştır, yoksa tanık oldukları bu dehşeti sürekli hatırlamaya dayanamazlardı.” İki üç yaşındaki erkek çocuğun gözlerini oymak ve sonra bu üç yaşındaki çocuğu kazığa oturtmak, babanın derisini yüzmek ne bunlar! İnsan olamazlar herhalde! Bir de şuna bakın “Meydana gelen sıcak çatışmalar sırasında Türkler zaman zaman bizleri püskürtüyordu; yaralı subay ve erlerimizi bile yanımızda götürmeyi başaramıyorduk; sonra aynı gün akşama doğru bizimkiler yeniden eski mevzilerine döndüğünde, yaralı subay ve erlerimizin, kulakları, burunları, dudakları kesilmiş, karınları delik deşik edilmiş, çırılçıplak soyulmuş ve ateşe verilen saman ve tahıl yığınlarına canlı canlı atılarak yakılmış durumda bulmuşlar.” Ve bütün bunların milli bir politika olduğunu iddia ediyor: “Bir kere bu öldürmelerin gelişigüzel değil, sistemli, bile bile, olabildiğince kışkırtıcı ve özendirici olduğu biliniyor. Binlerce, on binlerce insan kılıçtan geçirilmiştir. İşkencelerde öyle incelikler vardı ki geçmişte bir benzerini ne okuduk, ne de duyduk. Çocuklarının gözleri önünde insanların canlı canlı derileri yüzülüyor; annelerin gözleri önünde bebekleri süngülere geçirilip havaya kaldırılıyor; kadınların ırzına geçiliyor, tecavüz anında hançerle delik deşik ediliyor. En dehşeti çocukların işkenceler içinde acı çektire çektire öldürülmesi... Örneğin duygularından söz etmekten pek hoşlanmayan bir bayla karşılaşmıştım, iki yaşındaki bir oğlanın kız kardeşinin gözleri önünde gözlerine şiş sokulduğunu ve sonra kazığa geçirildiğini, ölene kadar korkunç acılar içinde uzun süre çığlıklar attığını işitince bu bay hastalanmış, sabaha kadar uyuyamamış; iki gün sonra onu, işini yapamayacak kadar ağır ruh hali içinde bulmuşlar.” Şimdi Rusları Türklere karşı doldurma zamanı: “Öldürmeyelim diye ellerindeki silahları almazsak neler olacağı ortada, yine kadınların göğüslerini kesmeye, bebeklerin gözlerini oymaya başlayacaklar. Ne yapmalıyız peki? “Aman Türkleri öldürmeyelim de, gözler oyulsun daha iyi” mi diyeceğiz? “ "Kan içici Türkleri yok etmek için başkaldıranlara maddi destek sağlamışlar mıdır?" Kan içiciler mi? Yok daha neler, bunlar Ruslardan hiç mi bir şeyler almamışlar. Bu bağnazlığı bir millete aşılamaya çalışıyorsun bu kin ve nefretle dolan Rusların ülkemizde milletimize yaptıkları halen konuşuluyor. O Rusların ülkemizde yaptıkları her rezillikte senin de payın vardır Ey Dostoyevski! Biz bunları Anzak’larda da görmedik mi, yamyamlarla savaşacaksın diye ülkemize gönderilenler. Faşistlik seni ne rezil hale getirmiş böyle! Yahu her şeyi anlarım da -kabul etmesem de- üç yaşındaki bir çocuğun gözlerini oyup, kazığa oturtmak nedir ya? Türkleri bu kadar vahşi gösterirken diğer taraftan Rusları öyle bir anlatıyorsun ki her biri merhamet abidesi! Hay maşallah, bilmeseydik inanırdık ya! “Bulgarlar, bazı kasabalarda kaçan Türklerin geride bıraktıkları mülklerine ne gibi bir işlem yapılacağını altesleri Rus başkomutanına sorduklarında komutan şöyle yanıt vermiş: ‘Mallar mülkler toplanacak ve bir köşede muhafaza altına alınacaktır. Tarlalar ekilecek, toplanan ürün, emeğin karşılığı üçte birlik bölümü alındıktan sonra, Türkler dönene kadar depolanacak, onlara teslim edilecektir.’ “ Güzellemelere devam edelim: “Rus askerinin çarpışmada Türk’ü amansızca süngülediğini, ama tutsak Türklerle tayınını bölüştüğünü, yedirip içirdiğini, onlara acımayla yaklaştığını gördüklerini yazıyor. İnanın, bu garip asker, Türk’ü tanıyordu, bu Türk tutsağın eline geçmeyegörsün, kellesinden olacağını biliyor, evet, bu Türk tutsağın başka kellelerle birlikte tepeleme bir hilal meydana getireceğini, yanında da bedenin öbür parçalarından yüzkarası bir yıldız yükselteceğini çok iyi biliyor. Rus eri bunların hepsini biliyor, yine de savaşta yorgun bitkin düşmüş tutsak Türk’ü besliyor: “Hıristiyan değil, ama hiç olmazsa bir insan!” diye düşünüyor.” Tabii ki bunların noktasına kadar böyle olduğunu sizden duyduk ve inandık!.. Ya bu İstanbul sevdana ne demeli: Bizim olmalı da bizim olmalı, hani bir söz var ya evleneceğim kadının güzel olmasını istiyorum ama inanın kendim için değil annem için onun güzel bir gelini olsun diye. Dostoyevski de İstanbul'u istiyor ama Ruslar için değil sadece dünya için bunu istiyor, kardeşlik tesis etmek için istiyor. Yaa aynen böyle. “İstanbul bizim olmalıdır, evet, İstanbul Ruslar tarafından fethedilecektir, Türklerden bize sonsuza dek geçecektir. Kısacası, sadece bize ait olmalıdır, sahip olduktan sonra biz bu kente Slavları ve sonra kimi istiyorsak onları sokacağız, ayrıca geniş temeller üzerinde, ama bu kent Slavlarla beraber federatif bir sahiplenme olmayacaktır.” Tabii adam İstanbul’la da yetinmiyor sonra Kars’ı ve Erzurum’u da istiyor. Bir milleti köleleştirip, tüm değerlerini alt üst edip her şeyini ele geçirmek istiyor. Eğer bir şeyi şiddetli bir şekilde arzu ediyorsanız, size beden olarak dar gelen bir elbise gibi, zorla da olsa bir kalıba bir temele dayandırırsınız. Dostoyevski’nin savaş için özellikle İstanbul’u ele geçirmek adına istediği savaş için Günlüğü’ndeki çabası saçma düşünceler yığını oluşturmuş. Bunun yerine oturup bir roman daha yazmış olsaydı kanımca o evrensel dünya ve içindeki kardeşlik için daha iyi bir iş yapmış olurdu. Biz de böylece onun bu Faşizan düşüncelerinden bihaber olarak ona karşı beslediğimiz duygu ve düşünceleri daha bir sağlamlaştırırdık. Bunların dışında Anna Karenina üzerinde fazlasıyla duruyor bunu neden yapıyor peki? Çünkü Günlüğü’nde üzerinde durduğu konulardan biri Slavlardı, kitabın yazıldığı dönem bu hareketlenmenin (Sırpların Osmanlıya karşı ayaklanması) olduğu döneme denk geliyor ve Rusların tutumu kitapta işlenmiş, ama bu Dostoyevski’nin istediği şekilde işlenmemiş. Durum böyle olunca da Dostoyevski buna çatmadan duramıyor. Çok uzatmak da istemiyorum bu günlükle Dostoyevski’nin başka yerde göremediğimiz bir tarafını görmüş oluyoruz, ama takdir edilecek bir yönü olmayan bir tarafını. Buradan şu dersi net olarak çıkarmak gerek bir insan tümüyle mükemmel olamaz, her insanı iyi yaptığı şeyler üzerinden değerlendirmek gerekir. BİR KİŞİNİN BİR İŞİ İYİ YAPMASI, HER ŞEYİ İYİ YAPACAĞI ANLAMINA GELMEZ.
Bir Yazarın Günlüğü
Bir Yazarın GünlüğüFyodor Dostoyevski · Yapı Kredi Yayınları · 2005476 okunma
·
745 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.