Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

509 syf.
10/10 puan verdi
·
10 günde okudu
Gazetecilik, uğrunda ölmeye değer mi? Putin’in Rusya’sından sonra ilgimin ve merakımın artması hasebiyle başladım. Bu kitaptan sonra Anna’ya duyduğum saygı fersah fersah arttı zira onun özel hayatıyla, aile hayatıyla, gazeteci kimliğiyle ilgili Putin’in Rusya’sında olandan daha farklı, daha derin bilgiler ediniyoruz. Çok yakın arkadaşı kitabın sonlarında bir yerde onun gözlerinde hep bir hüzün olduğundan bahsediyor. Çalışma arkadaşlarından biriyse Anna’nın aldığı uluslararası ödüllere rağmen hiçbir mutluluk belirtisi göstermediğini anlatıyor. Çünkü Anna’nın derdi mesleğinde en iyisi olmak, marka haline gelmek falan değil. Anna’nın gerçekten insan olan yerleri acıyor. Hukuksuzluğa, hiç yoktan ölen insanlara, politikanın bir zehir gibi hayatımızın her alanına sızmasına, filler tepişirken çimenlerin ezilmesine, sıradan insanlara, hakkını hukukunu, ölen evladının cesedini arayan insanlara üzülüyor. Derdi “bakın en muhalif benim, en sert ben yazıyorum,” deyip evinde viskisini yudumlamak değil Anna’nın. Öyle kolay bir hayatı da olmamış. Çocukları henüz küçükken bir yandan gazetecilik mesleğini icra ediyormuş bir yandan da temizliğe gidiyormuş. Fakat hiç vazgeçmemiş. Kimsenin acısını görmezden gelmemiş, gelememiş. Halkına üzülüyor Anna, üzülüyor ve yok sayıp elini eteğini çekmeyi kendine yediremiyor. Eşi ona Amerika’ya taşınmayı teklif ettiğinde bile (ki vatandaşlığı vardı, onun için zor bir şey değildi) Novaya gazetenin bana ihtiyacı var diyor, tekrar anlıyoruz ki vatan sevgisi ona buna vatan haini deyip kılını kıpırdatmadan keyif çatmak değil; elinde her fırsat, her imkân varken canı pahasına vatanıyla gönül bağını koparamamakmış. Çocukluğundan itibaren farklı bir çocukmuş Anna, isyankâr, kimin hakkı yense susamazmış; bunları da çocukluk arkadaşından dinliyoruz. Bazı insanların ruhunda vardır bu, haksızlığa daha çocukluktan tahammül edemezler, ve bu insanlar eğer hukukun can çekiştiği bir memleketin evlatlarıysalar geçmişler olsun; hukuksuzlukla, ahlâki çöküşle mücadelede bulurlar kendilerini yetişkin olduklarında. Gel gör ki coğrafya kaderdir, yaşatmazlar böylelerini. Onuncu köye gitse bile yaşatmazlar, kıymetini bilmezler. Canından ederler. Bir daha hiçbir cihan bulamaz böylelerini. Sahiden de demirin tuncuna kalmış buluruz biz kendimizi. Kitap ilk kez Politkovskaya’nın çalıştığı Novaya gazete tarafından yayımlanmış. 2001-2009 yılları arasında Anna dahil olmak üzere bu gazeteye mensup dört gazeteci öldürülmüş. Her şey de aslında bu noktada başlıyor. Hem Anna’nın gazetedeki yazılarını, o dönemlerdeki olayları okuyoruz hem de Anna’nın ölümünden sonra yâd edildiği yazıları, taziyeleri. Anna’nın annesinin Anna ile ilgili endişelerini okuyarak başlıyoruz. Kitap ilerledikçe görüyoruz ki sadece annesi değil, eşi ve arkadaşları da Anna hakkında endişeli. Çünkü Anna’nın karşısında Kremlin ve daha bir sürü kişi var. Ve Anna, bir gazeteci olarak kalemini törpülemek, birilerine yaranmak gayesi taşımıyor. Onu susturacak hiçbir şey, hiçbir korkusu yok. Neyle mücadele ettiğinin, sonunun ne olabileceğinin farkında. Fakat ilk kez uçakta zehirlendiğinde ciddiyetle anlıyor karşısında kimlerin olduğunu, başına neler gelebileceğini. Aldığı tehditler yüzünden bir süre Rusya’dan uzaklaşmak zorunda bile kalıyor. Fakat ilanihaye bir durum olarak bakmıyor buna ve geri dönüyor. Kalemini susturmuyor. Mücadelesini bırakmıyor. Rus halkı uyumayı, kuzu kuzu koyunluğu elden bırakmamayı tercih etse de pes etmiyor Anna. Doğru bildiği yoldan karşısına çıkan her engele rağmen yürüyor. İnsanların canı yanmasın, daha fazla insan ölmesin diye arabuluculuk yapıyor. Derdi insanların canını kurtarmak. Yoksa kaç insan bir rehine olayında eli silahlı adamların arasına titreye titreye girmeye cesaret edebilir? Beni en inciten kısımlardan biri Anna’nın yabancı ülkelerdeki "var" oluşu: Danimarka’da gözlemlediği refah karşısındaki şaşkınlığı ve Avrupa ülkelerinde hissettiği huzur. Kendi ülkesinde ilaç almadan uyuyamadığı uykuyu gurbette bulabiliyor. Bundan da canı yanıyor. Ki ne demek istediğini anlayabiliyorum, kendi ülkende değer görmemek, hatta nefret edilmek, elin ülkesinde kıymetinin bilinmesi, insan hesabına konulmak… O kadar acı ki. Avrupalıların böyle acılara, böyle hukuksuzluklara olan uzaklığından bahsediyor daha sonra. Bana damdan düşeni getirin dedikleri. Onların anlamalarını da beklemiyor aslında, evet Batı’ya ettiği sitemler var, tarihten verdiği çok isabetli örnekler var ama yine de anlamalarını beklemiyor, ummuyor demek daha doğru bir tabir olacak belki, o daha ziyade kendi ülkesi için üzgün, birilerinin kendi vatandaşlarına yaşattıklarına ve ırkçılık/nefret yüzünden başkalarına (bkz.Çeçen halkı) yaşattıklarına. Batı’ya sitem etse bile Rusya’ya çevrilince buğulanıyor gözleri, tepkisiz halkına üzgün, her şeyi kabullenmeye hazır olan halkına üzgün. Ölen insanlara, kendi tabiriyle “1 gün bile” hatırlanmayan insanlara/olaylara üzgün; her şeyi unutmaya dünden razı halkına üzgün. Üç maymunu oynayan meslektaşlarına üzgün. Kendi kuyusunu kazmaya, onu ötekileştirmeye hazır olan ruhunu satmış gazetecilere. Aslında üzüldüğü şeylere kişisel olarak üzülmüyor. Şimdiye kadar olanlar ve bundan sonra olabileceklere üzülüyor Anna. Bir insan ülkesine veya bir başka insana bu kadar üzülür mü, canı pahasına… Anna Politkovskaya gibi biriyse üzülür. Ama o sadece üzülmekle kalmıyor, hiçbir zaman durmuyor, hiçbir zaman susmuyor. Bir şey yapmamaya haddinden fazla meyilli soruşturma makamlarına yardımcı olup dosyaların aydınlanması için uğraşıyor. Yardım ettiği makamların kendi aleyhine döneceğini bilse bile. Evladını kaybetmiş bir aileden çocuğun bilgilerini (ne yapmaktan hoşlanır, nasıl biriydi vs.) alıp onu gazeteye taşıyıp çocuğu bir kez daha yaşatıyor. Ailesi bunu yaptığı için müteşekkir Anna’ya, vah gidene derler ya. Her şeyi unutmaya bu kadar hazır bir halk, görevinin gerekleriyle ilgili kılını kıpırdatmadan votkasının derdinde olan makamlar varken o ailenin şükranını çok görmemek lazım tabi; Anna bu kokuşmuş düzende bir ayçiçeği gibi. Tabi anne Anna’yı da tanıyoruz kitapta. Yaşıtlarından ve arkadaşlarından daha erken anne olmuş. Arkadaşları çocuklarıyla arasının nasıl olduğundan bahsediyor. Onlarla bir arkadaş gibi, yoldaş gibi. Bir arkadaşı diyor ki sesinin tonundan, konuşma tarzından onun çocuklarıyla konuştuğunu anlardınız. Kısacası çok şanslı Vera ve Ilya. Hayatları boyunca gurur duyacakları bir anneleri var. Ayrıca Ilya’nın (oğlu) rehine olayında annesine yardımcı olduğunu da öğreniyoruz. Cep telefonunu vererek rehine olayında aracı olduğunu görüyoruz. Hoş, bu bile Anna’nın karşısına bir tehdit olarak çıkıyor. Anna ise inkâr etmiyor, evet, diyor, oğlum kadar güvenebileceğim başka biri yoktu. İnsanların canını kurtarma pahasına yapıyorlar bunları. Ahmaklık aileden gelir mi gelmez mi tartışılır bazı kitaplarda lakin Anna’larda asaletin aile boyu olduğu kesin. Hayvansever Anna’yı okuyoruz daha sonra. Kendi köpekleri öldükten sonra başka bir köpek sahipleniyor ailesiyle Anna. Sahiplendikleri kişi dört aylık diyor ama veteriner köpeğin bundan daha büyük olduğunu söylüyor. Anlamıyor Anna, o zaman neden daha küçük söylediler ki yaşını diyor… Naif bir kadın, görüp geçirdiği her şeye rağmen iyi niyeti esas alıyor kalbinde. İnsanların ne kadar fena olabileceklerini düşünmek istemez bir hali var. Hayvan sahiplenenler veya hayatının bir döneminde sahiplenmiş olanlar bilir, veteriner de teyit ediyor bunu zaten, “onu alıp götürün diye.” Çünkü eğer daha büyük bir yaşta olduğunu söylerlerse almamamızdan korkuyorlar, bundan önceki hayatındaki travmaları, yetiştirilme tarzını tam olarak bilirsek onu orada bırakacağımızı düşünüyorlar, tıpkı pek çok hayvanın kaderinde olduğu gibi. Bunu ticaret olarak görenler, birbirlerine hediye olarak “can” alan çiftler, ve netice: çıkardığı ilk sorunda bunun çok da toz pembe bir fikir olmadığını fark edip kapıya konulan hayvanlar. Van Gogh (köpeğin adı) da travmatik bir köpek. Yakın çevresi de dahil herkes Anna’ya köpeğin uyutulması gerektiğini söylüyor fakat o, köpekten de vazgeçmiyor. Kadın hayatındaki her alanda o kadar kararlı ve barışçıl ki bu kararına da şaşıramıyorum. Yine çok fazla insanın yapamayacağı bir şeyi yapıyor ve Van Gogh’tan vazgeçmiyor. Onu "hayata" döndürüyor. Van Gogh, Anna öldükten sonra dahi travmatik bir köpek olarak kalmaya devam ediyor, ama artık çok daha iyi, çok daha sağlıklı bir köpek. Anna’nın suikastından sonra bir süre yas tutuyor fakat daha sonra iyileşiyor. Anna’nın ondan hiçbir zaman vazgeçmemesiyle ve her zamanki gibi yüreğinin sesini dinlemesiyle bir kez daha gurur duydum. Kitapta da söylediği gibi “herkes seni terk edebilir, herkes sana küsebilir fakat bir köpek seni sevmekten asla vazgeçmez.” Ve Anna, yaşadığı apartmanın asansöründe gündüz vakti suikasta uğruyor. Söylenecek fazla bir şey yok. Sadece Rusya değil, dünya böyle bir gazeteciyi kaybettiği için üzgün olmalı. Üzgün olmayanların safı çoktan bellidir, onlara diyecek bir şeyim yok, tıpkı yakın arkadaşının da söylediği gibi. Dünya senin gibi insanlara muhtaç Anna, yaşanılabilir olması için muhtaç; koca yürekli kadın. Huzurla uyu, ruhun şâd olsun. Gazetecilik, uğrunda ölmeye değer mi değmez miydi bilmiyorum ama sen bu dünyaya zaten birkaç gömlek büyükmüşsün.
Is Journalism Worth Dying For?
Is Journalism Worth Dying For?Anna Politkovskaya · Harvill Press Publishing · 20111 okunma
·
194 görüntüleme
Firmin okurunun profil resmi
Heykeli dikilmesi gereken insanlardan.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.