Peki canım efendim, neden hep böyle yalnızsın?Nasıl yapıyor bunu? Altı çizilecek cümleler kurmadan, bir cümlenin bile başına çiçek takmadan bu kadar etkileyici olmayı? Tüm o hırsı, öfkeyi, kıskançlığı, tiksintiyi elimizi uzatıp tutabilecekmişiz gibi hissettirmeyi nasıl?
Çok kitap var, güzel çok kitap, çok yazar sevdiğim..Ama kitap bitince ‘nasıl anlatmış ama’ deyip hayranlıkla bakakaldığım, ne yazsa dünyayı avucuma tutuşturur güvenini duyduğum az yazar. Szabo onlardan biri.
Bir antikahramanın sırtına dünyayı yüklemiş Szabo. Dünyanın yükü çok ağır. Bu kitabı okumak da bu yüzden yürek yükü. Belli bir sıra izlemeyen, zamanda ileri geri sararak yazılmış bir iç monolog, elinizi kolunuzu cümlelerin noktalı virgülüne bağlıyor. Noktayla anlaşıyorsunuz da, virgül bırakmıyor yakanızı; bu hikaye dinlenecek, kaçmak yok.
Birinci Dünya Savaşı kapısını örtmüş, gitmeden son bir kez geğirmiş, onyıllardır yediği ne varsa kokusu ortada duruyor. Komünist rejim sendeleyerek yeni adımlıyor Macar topraklarını, var bi özentiliği ama genç, yakışıklı.
Macar halkının rengi değişen gölgesi arkada bir yerde duradursun, Szabo tiyatro sahnesine sevgisiz büyümüş, yoksulluktan, yoksunluktan taş kesilmiş Eszter’i çıkarıyor. Işık, onun kararmış ruhuna çevrili. Oyunun adı, Shakespeare’den bir replik: "Peki canım efendim, neden hep böyle yalnızsın?"
Gümüş çatal bıçak takımlarının pırıltısında, madalyonlu boynu ve koşulsuz sevilmiş, koşulsuz korunmuşluğuyla o şanslı çocukların yediği kremaya bakarken, dünyanın çocukluğundan çaldıklarını neresine soktuğuna bakıyor Eszter. Kinle bakıyor. Sevdiğini bile o kinin içine sarıp mezara indirene kadar yanında kalıyoruz.
Sonra bize bir nefeslik hafifliği çok görmüş bu kadını asla unutamayacağımızı bildiğimizden, vedalaşmaya bile gerek görmeden kapatıyoruz son sayfayı. Böylesine yaratılmış karakterler bir yere gitmez, döner dolaşır gelir çünkü. Son söz, “Yine geleceğim”, biraz da bize söylenmiş gibi oracıkta duruyor.