Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Menim bamam bi dokto okumazsan sana iğne yapacasş
İlkeleri açısından sert, kişisel açıdan hoşgörülü ve bağışlayıcıydı. Atatürk hakkında anlatılanların vurguladığı bir başka gerçek, ilkelerinden ve özellikle devrimlerinden hiç ödün vermediği, buna karşılık, kişisel bakımdan hoşgörülü ve bağışlayıcı olduğuydu. Şu öykü gerek ilkeler, gerekse kişisel bağışlayıcılığı açısından ilginçtir: “Florya köşkünde mutad akademik toplantıların yapıldığı bir gecedir. Atatürk'ün huzurunda bir çok ilim adamı vardır. Vali ve belediye reisi Muhittin Üstündağ da sofrada hazır bulunanlar arasındadır. Mevzu, dil devriminin gittikçe ilerlemekte ve inkişaf etmekte olan araştırmalarına intikal etmiştir. Muhittin Üstündağ, ilmine ve fazlına çok inandığı Osman Ergin'den bahsediyor şahsi olmamakla beraber zirai terimler üzerinde çok orijinal bir tetkik yapmış olduğunu söylüyor. Atatürk bundan çok memnun oluyor ve çağıralım buraya buyuruyor. Osman Ergin o zaman Büyükada'da oturmaktadır. Florya köşkünden kalkan bir motör Osman Ergin'i getirmek için yola çıkıyor. Muhittin Üstündağ 'Son hazırladığı ziraat makalesini de beraberinde getirsin' haberini gönderiyor. Büyük bilgin Osman Ergin, gece yarısı Muhittin Beyin haberini alınca, telaşlanıyor. Nereye, niçin davet edildiğini anlamıştır. Atatürk'ün huzuruna davet edilmesini, hayatında bir fali-hayır addediyor. Ömrü boyunca, mütevazi köşesinde sadece ilim aşkıyla çalışmanın mükafatını ancak bugün görecektir. Kendisini yakından tanıyan ve hürmet eden Muhittin Üstündağ'a da böyle bir zemin hazırladığı için minnet duymaktadır. Osman Ergin'in motöre binerek Florya köşküne gelinceye kadar geçirdiği zaman, büyük ilim adamına sonsuz bir inşirah vermiştir. Ilık bir rüzgar esmekte, motör denizi yara yara mesafeleri yutmaktadır. Motör, köşkün iskelesine yanaştığı vakit memurlar, polisler koşuyorlar, iskeleye çıkan Osman Ergin'i hürmet ve tazimle selamlıyorlar. Haber veriliyor ve Osman Ergin derhal içeri alınıyor. Atatürk'ün gözlerinde neşeli pırıltılar yanıp sönmektedir. Muhittin Üstündağ, Osman Ergin'in Büyük Ata'ya takdim ediyor. Atatürk 'Muhittin'i bunun için severim. İlim adamlarını buluyor, onları himaye ediyor... Ve Osman Ergin'i yanındaki koltuğa davet ediyor. Hazırladığı makaleyi okumasını emrediyor. Osman Ergin makalesini çıkarıyor. Bütün ömrünü bu milletin ve bu memleketin irfan hayatına hizmette harcamış olan büyük bilgin okudukça Ata takdirlerini saklamıyor, arada bir, bir kelime, bir buluş hakkında bizzat izahat vererek Osman Ergin'in isabetli fikirlerini alkışlıyor. Makalenin okunması bittiği zaman herkes memnundur. Herkesin yüzünde Ata'nın memnuniyetinden duyulan hazzın izleri titreşmektedir. Osman Ergin, derin bir nefes aldıktan sonra, makalesini katlayıp cebine koymak üzeredir. Birden bir hadise... Hiç beklenmeyen bir hadise... Ata'nın kaşları çatılmış, biraz evvelki tatlı, mültefit sesi çelik gibi sertleşmiştir. 'Ver bakalım Osman Bey şu makale müsveddelerini'. Bu ses salonda hazır bulunanların hepsini birden irkiltmişti. Osman Ergin, cebine koymak üzere bulunduğu makaleyi Atatürk'e uzatmadan önce, hazır bulunanlardan bazılarının yüzlerine şöyle seri bir nazar atfediyor. Okuduğu mana, kendisini büsbütün şaşırtıyor ve gayriihtiyari elindeki müsveddeleri Atatürk'e uzatıyor. Şimdi Ata'nın kalın kaşları çatılmış, açık alnı kırışıklıklarla dolmuştu. Hiç kimsede ne ses, ne küçük bir hareket vardır. Muhittin Üstündağ başını önüne eğmiş, Ata'nın sofrasında daha fazla imtiyazı olanlar, daha bir dakika evvel bizzat Atatürk'ün içten takdirlerini toplayan Osman Ergin'e acır gibi bakıyorlar. Bu derin sükûtu, ruhları ürperten, sert, ordusuna ölüm dirim komutasını veren bir askerin gür sesi, Atatürk'ün asabi olduğu kadar heyacanlı sesi ihlal ediyor. 'Siz bay Osman Ergin, benim bu memlekette bir harf inkılabı yaptığımı bilmiyor musunuz?'. Bu derin sükûtun muamması artık çözülmüştü. Fakat hakikaten özlü, büyük bir çalışma neticesinde hazırlanmış ve üste, bir çok ilim adamlarına ve profesörlere nasip olmayan takdirleri kazanmış bulunan bu makalenin en büyük, hatta affedilmez hatası, Arap harfleri ile yazılmış olması idi. Atatürk'ün bu husustaki sonsuz hassasiyetini çok iyi bilenlerden biri de Muhittin Üstündağ olduğu halde, nasıl olmuş da hatırlıyamamış ve Osman Ergin'e bu noktayı bildirmemişti. Fakat artık iş işten geçmiş bulunuyordu. Şimdi Ata'nın bu asabiyetini kim ve nasıl teskin edecekti? Buna kimse cesaret edemiyor, hazır bulunanlardan bir tanesi, ara bulma ve şefaat dileme yoluna gidemiyordu. Atatürk, elindeki müsveddeleri buruşturuyor, sonra Osman Ergin'e soruyor 'Sizin memuriyetiniz ne idi?' Vak'anın bundan sonraki kısmını, Osman Ergin'in ağzından nakledelim. Osman Ergin diyor ki Atatürk, 'benim bu memlekette bir harf inkılabi yaptığımı bilmiyor musunuz? dediği vakit, beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Gözlerim kararmış, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Davanın tamamiyle kaybedilmiş olduğunu anlıyor ve buradan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. İkinci suali sebebini anlıyamadığım bir hisle beni ümide düşürdü, memuriyetimi soruyordu. Belki bunda bir necat yolu vardı. Derhal 'Mektupçuyum Atam...' diye cevap verdim. Bu cevabım Ata'yı teskin edecek miydi? Bu ümidim de ancak bir kaç saniye sürdü. Atatürk biraz evvelki şiddetle 'Bu mektupculuğu tamamile lağvetmeli...' diye gürledi. Önce söylenen sözleri kendi kendime bir daha tekrarladım. Sesin kulaklarımdaki aksini içimde duymağa çalıştım. Evet, Atatürk, yurttaki bütün mektupçuları azledeceğini söylemişti. O zaman gözümün önüne tanıdığım bir çok mektupcu dostlarım geldiler. Ve büyük bir ateş içimi kapladı. Benim yüzümden bunca günahsız mektupçular, birden azledilecekler, aç, perişan kalacaklardı. Ve zavallı meslekdaşlarıma ben sebep olacaktım. Nasıl oldu, ani bir ilham geldi, bunu hala bilmiyorum. Salonda bulunanların hepsini sindiren ve herkesi titreten Ata'nın bu hiddeti karşısında ben birden cesaretlenmiştim. Kelimeler kendiliğinden ağzımdan döküldü. 'Atam, dedim, mahvedeceksiniz beni mahvediniz, diğer meslekdaşların bunda ne günahları vardır...' Atatürk'ün birden bana doğru döndüğünü ve sert bakışlarını bana tevcih ettiğini gördüm. Asabiyeti eksilmemiş artmıştı. Elindeki kalemi şiddetle, yere çarptı ve 'Ben kimseyi mahvetmem...' dedi, Ruhumda tatlı bir rüzgar esmeye başlamıştı. Demek meslekdaşlarım mahvolmaktan kurtulmuşlardı. Oh... Bu, benim için ne büyük saadetti. Fakat hala orada hazır bulunanların sesi çıkmıyor, hala hepsi susuyordu. Biraz evvel boynunu büken Muhittin Üstündağ'a diğerleri de imtisal etmişlerdi. Onlar da önlerine bakıyorlar, kimse imdadıma yetişmiyordu. Bu hal, maneviyatımı büsbütün bozuyor, yıkıyordu. Artık, fazla bir şey ne düşünebiliyor, ne de düşünsem söyliyebilecek takata sahip bulunuyordum. Bu derin, sinir bozucu sükûtu yine Atatürk bozdu, kulaklarda değil, kalpte duyulan bir sesle, sadece 'Vasıta' dedi. İnsan kafasında ne kadar olgun fikir yuva yapmış olursa olsun, hadiseler, çok defa insanı çocuklaştırır, çocukca düşündürür. Bu mecliste bir suçlu idim. Ata'nın inkılaplarına cephe alan bir suçlu ve suçum en yakın dostlarım tarafından bile kabul ediliyordu. O kadar ki, beni müdafaaya bile kimse cesaret edemiyordu. O halde 'vasıta' ne idi. Böyle zamanlarda şeytan da vazifesini bütün kudretile yapar. 'Vasıta' bana Abdülhamit devrini hatırlatmıştı. Yoksa ayaklarıma taş bağlayarak beni denizin dibine mi göndereceklerdi? Bu iztıraplı hal fazla devam etmedi. Bir sivil nezaketle dışarı davet etti. Yerimden güçlükle kalkarak yürüdüm. Kapının önündeki polisler, yine içeri girerken olduğu gibi tazim ile selamlıyorlardı. İskelenin yanına geldik. Beni en büyük ümitlerle buraya getiren motör, iskeleye yanaşmış duruyordu. Polis doğru oraya gitti ve kenara çekilerek yol gösterdi. Motöre, boş bir çuval gibi dönmüştüm. Derin derin nefes alıyor ve bir kaç dakika içinde geçen vukuatı kafamda toplamaya çalışıyordum. Bir aralık aynı polis yaklaştı. 'Paşa da gelecek onun için biraz bekleyeceksiniz' dedi. Paşa niçin gelecekti, ben ne kadar daha bekliyecektim. Bunlardan bir netice çıkaracak halde değildim. Kımıldamadan uzanmış, yıldızlara dalmıştım. Bu halde ne kadar bekledim, ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Bir aralık bir ayak sesi duydum. Gayri ihtiyari başım o tarafa döndü. Bakar bakmaz da, kelimelerle izahı mümkün olmayan ani ve müthiş bir sarsıntı geçirdim. Çünkü köşkün iskelesinde bana doğru ilerleyen bizzat Atatürk'tü ve yalnızdı. Bir hayal görmekte olduğum zehabına kapıldım. Korkunç derecede ağırlaşmış olan elimi güçlükle kaldırarak gözlerimi oğuşturdum. Hayır, gördüğüm hayal değildi. Atatürk, kısa kollu bir gömlek giymişti ve ağır adımlarla bana doğru geliyordu. Benim için yapacak en küçük bir hareket yoktu. Esasen bir şey düşünemiyordum. Belki hava almaya çıkmıştı, beni görmeden dönebilirdi. Görülmeyi istemiyordum, fakat kendimi gizlemeğe de imkan yoktu. Atatürk, istikametini bana tevcih etmişti. Bir kaç adım sonra motörün yanında durdu ve elini bana uzattı. Sert, fakat, tatlı müşfik bir sesle 'Osman bey' dedi. 'sizi biraz kırdım'. Cevap veremedim. Elimi sıkmıştı, iltifat ediyordu. Ben yerimden kalkmıyordum. 'Böyle yapmağa mecburdum. Yazınız beni cidden memnun etti, çok çalışmışsınız, çok güzel buluşlarınız vardır. Yalnız bilmelisiniz ki, bu millet için yaptığımız inkılapları, her türlü manii yıkarak yaşatmağa mecburuz. Bu inkılabın esaslarını tatbik etmekle mükellef olan kimseler de bunu böylece bilmelidirler. Binaenaleyh, içerideki vak'a, daha fazla onlara, orada hazır bulunanlara bir ders olsun diye vukua gelmiştir. Senin şahsına istemiyerek yapılan bu hareketi hoş görmeniz lazımdır.”
Sayfa 171Kitabı okudu
·
332 görüntüleme
Ebru okurunun profil resmi
Beğenelim ama okumayalım 😇
Şüheda okurunun profil resmi
Nxonxpakdpaskw ağlawak😭😭
zehra okurunun profil resmi
kitabı okumama gerek kalmadııı ya sen cennetliksin 😽😽💖 zkskakqkqkqlqklqksls
Şüheda okurunun profil resmi
Djwkdjowew cümlemize nasip olsun🙏🏽😌🥹😎
1 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.