Jules Renard 'ın ilk kez bir eserini okuyorum ve Havuçkafa karakterini okur okumaz aklıma gelen ilk isim Zeze oldu! Kitap çok fazla
Şeker Portakalı ile benzerlik içeriyor. Onu ise ilk kez okuduğumda, henüz ilkokul ikinci sınıfa gidiyordum ve hâlâ bize o yaşta okuttuğu için öğretmenime sonsuz teşekkürlerimi içimden sunuyorum. O kitaptan aldığım acı yaşamı, çocukluk masumiyetim ve merhametlimle beslemiştim. Şimdi
Havuçkafa eserini okurken de o yaşlarıma, çocuk Dilara'ya döndüm ve aynı hisleri paylaştım.
Her anı, çocuğun gözünden kara mizah gibi anlatılıyor. Yazar, bu kitabı yazarken kendi çocukluğuna dair paylaştığı pek çok aktarım sağlamış ve belki de okuyucuya en çarpıcı gelen; bu gerçeklik! Kitap sayesinde, çocukluk üzerine çok düşündüm. Çocukluk ile olgunluk arasında pek çok kez gidip gelmek zorunda kalmış Havuçkafa. Yapmak istemediği halde, pek çok iş görevi edinmiş ve sonucunda zalimce yaptığı şeylerde sadece "iyi" olduğu için alışkanlık haline getirmiş.
Burada incelemeleri okurken, seri katillerin çocukluk travmalarına ve yaşadıkları zorlu yaşamı, aile önemini kitap üzerinden paylaşanlar ve eleştirenler olmuş. Kesinlikle katılıyorum! Bir annenin üç çocuğu bir görmemesi, çocuğu kendi hizmetleri için kullanmak adına seçmesi ve onu küçüklüğünden ötürü daha ilgisiz bırakması, kesinlikle insana annelik kavramını sorgulatıyor. Bir çocuğun anneye bakış açısını ve annelik kavramını tekrar Freud üzerinden incelemek istedim. Çocuğun içinde besleyemediği annelik duygusu, kitap üzerinde okuyucuya çok fazla duygusal anlar yaşatıyor. Keşke herkes anne olmasa!
Öte yandan, baba figürü oldukça pasif. Hem ilgili hem de ilgisiz. Bazı şeyler görülebilir olduğu halde ve bazı şeyler de yansıtılamaması üzerinde, bir babanın da bazı noktalarda çocuğu için otorite sağlaması gerektiğini düşünüyorum.
Kitap üzerinde çok daha fazlasını yazmak, paylaşmak ve sizlerle tartışmak isterim ancak oldukça uzun olabilir ve buraya kadar sabırla okuyanlar için şu an bile teşekkürlerimi sunarım :)