Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Abbasî Dönemi'nde savaşlar neredeyse durdu ancak İslamlaşmanın siyaseten halifeye bağlanmak anlamına gelişinin uzun süre Türkleri bu yeni dinden uzak tuttuğunu düşünüyoruz. Yeni dönemin etkisinin bir anda hissedilmediğini, araya çok zaman girmesi gerektiğini de ekleyelim. Sonuçta değişen şey sadece iktidardı ve belirttiğimiz gibi, halife değişikliğinden bile haberi olmayıp sadece vali değişikliğinin etkilerini gören Türklerin o dönemde bir Emevi-Abbasî ayrımı yapmalarını bekleyemeyiz. Bu ayrımı İslam devletinin tebası bile yapmakta zorlanmıştı. Ama nihayetinde aradan bir kuşak geçtiğinde Abbasî yönetiminin farkı kendini en çok Horasan'da olmak üzere açıkça hissettirmeye başlamıştı. Savaşların durması olağan göçebe-yerleşik ilişkilerinin yeniden başlaması anlamına geldi. Kervanların Türk ülkelerine girişi, Türklerin asker olarak İslam ülkelerine girişinden önce gözüküyor. Yani ilişkiye daha açık olan taraf Türklerdi. Bu dönemde bozkırı boylamasına geçen kervanlar ve Orta Asya'nın güney kuşağındaki yerleşik bölgelerin pazar yerleriyle temsil edilen ticari hayat, Türklerin İslam'ı sakin kafayla tanımalarına imkân sağladı. Ancak bozkır iktisadının bir bileşeni olan yağmanın kaçınılmaz gerekliliğinin aynı yerleşik bölgeleri hedef olarak görmesi bir taraftan Türkleri Müslüman olarak yağmadan cayma gibi bir gereklilikten ötürü İslam'a yaklaşma konusunda tereddütte bıraktı, bir taraftan da bu bölgelere hâkim olan Müslüman yöneticilerin Türkleri, saldırılarını kesmeyen düşmanlar olarak algılamalarını sürdürdü. Fakat bu algının toplumsallığı veya genelgeçerliği üzerine sorgulama yapmamız lazım. Türkler 700'lerin sonlarına kadar İslam'ı Araplarda görmüşlerdi. Soğd, Afgan veya Fars ahali onların gözünde İslam'a direnen eski tanıdıklar hatta Soğd örneğinde dostlar idi. Ama 800'lerle birlikte bölgedeki Arap unsur çözülmeye ve yerlilerle karışmaya başladı. Yerli unsur da sadece Mevali yükselişi dediğimiz çağda değil, daha Abbasîlerin iktidara geliş sürecinde yönetimde en üst düzeyde yer almıştı. Ebû Müslim veya Bermekîler veya Tahiriler, hele de Samanîler bunu en üst düzeyde temsil ediyorlardı. Yani Türklerin kendilerine daha yakın gördüğü etnik topluluklar artık Orta Asya'da İslam'ı Araplardan almış, kendileri sahiplenmişlerdi. Türkler İslam'ı Araplardan değil, işte bunlardan, Orta Asya'nın yerlilerinden tanıdılar. Buna ikinci tanışma safhası diyebiliriz. Türkçenin geleneksel İslam dilinin Arapça değil, bu dillerden ödünçleme olması (çoğunlukla Farsçadan olarak peygamber, abdest, namaz, oruç vb.) bu gerçekle ilgilidir. Zira daha İslamlaşma tamamlanmadan Horasan, Toharistan ve Maveraünnehr'in toparlanıp eski görkemini kazanmaya başlayan kent merkezleri aynı zamanda bilim ve kültür merkezleri olarak yükselmişlerdi ve burada yeşeren İslami düşüncenin bölgesel özellikler taşıması kaçınılmazdı.
Sayfa 193 - Kripto YayınlarıKitabı okudu
·
60 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.