Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Rainer Maria Rilke
Birinci Ağıt Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından? Onlardan biri beni ansızın bassa bile bağrına, yiterim onun daha güçlü varlığında ben. Güzellik güç dayandığımız Ürkü'nün başlangıcından özge nedir ki; ona bizim böylesine tapınmamız, sessizce hor görüp bizi yok etmediğinden. Her melek ürkünçtür. Kendimi tutar bu yüzden, yutkunurum. baştan çıkaran çağrısını karanlık hıçkırığın. Ah, kim var ki kullanalım? Ne melekler, ne insanlar: kurnaz hayvanlar bile farkındadır ki pek rahat değiliz bu yorumlanan dünyada biz. Olsa olsa yamaçtaki bir ağaç kalıyor bize her gün görülecek; dünün sokağı kalıyor bize ve sarsılmaz bağlılığı bir alışkanlığın - bizi seven ve kalan ve gitmek istemeyen. Ah, bir de gece var, gece, gökle dopdolu yel yüzümüzle beslenirken; kime kalmaz ki o, özlenen, tatlı tatlı büyü bozan, yalnız yüreğin karşısında yorgun argın durup. Sevenlere karşı daha mı yumuşaktır o? Ah, onlar yazgılarını gizlerler ancak kendi aralarında. Bunu bilmiyor musun daha? At boşluğu kollarından solunduğumuz uzaylara; belki kuşlar böylece duyar genişleyen havayı, daha tutkulu uçuşlarında. Evet, sen baharlara gerektin. Nice yıldız bekler dururdu sen göresin diye. Nice dalga yükselirdi geçmişte sana doğru, ya da bir açık pencerenin önünden geçerken verirdi bir keman kendini. Bütün bunlar görevdi. Ama sen yeterli miydin ki? Beklemek yüzünden dalgın değil miydin hep, bir sevgilinin gelmesini bildirmiş gibi her şey? (Onu barındırmak sanki elinden gelirmiş gibi; o büyük, garip düşünceler girip çıkarken sana, sık sık gece yatısına kalırken.) Özlersen ama, türküle sevenleri; onlar neler duyarlar, ünü daha yeterince ölümsüz kılınmadı. Onlar, nerdeyse imrenirdin, o bırakılmış olanlar, gördün ki daha çok severler o dindirilmiş olanlardan. Başla hep yeniden, onların erişilmez övgüsüne; düşün: ilerler Kahraman, onun batması bile bir araçtır ancak üst varlığa: son doğumuna. Ama sevenleri yorgun doğa kendine alır iki kez yaratılmazmış gibi böylesi güç. Gaspara Stampa'yı düşündün mü ki yeterince; sevgilisi çekip giden kız, bu seven kadının üstün örneğine bakarak duyabilsin: onun gibi olsam ben de? Bu en eski acıların daha verimli olması gerekmez mi sonunda bizim için? Vakti gelmedi mi, sevgide kendimizi sevgiliden kurtarmanın ve titreyerek katlanmanın: nasıl katlanırsa ok yaya, gerilen fırlayışta kendinden arta bir şey olmak için. Kalmak nerede var ki... Sesler, sesler. Dinle gönlüm, eskiden ancak ermişlerin dinlediğince: onları dev çağrı kaldırırdı yerden; ama bu olmaz kişiler diz çökerlerdi hep, hiç mi hiç aldırmadan: böyle dinlerdi onlar. Sen Tanrı'nın sesine dayanamazsın, nerde! Ama dinle soluğu, sessizlikten üreyen kesintisiz bildiriyi. Hışırdar işte sana doğru genç ölenlerden. Ne zaman bir kiliseye girsen Roma'da, Napoli'de, onların yazgısı sessizce sana seslenmedi mi? Ya da bir yazıt yücelikle kabul ettirdi sana kendini, Santa Maria Formosa'daki levha gibi, daha geçenlerde. Benden ne isterler? Ruhlarının dupduru devinmesini zaman zaman bir parça engelleyen o haksızlık belirtisini gidermeliyim usulca. Artık yeryüzünde barınmamak yadırganır elbette, güç kazanılmış alışkanlıkları artık kullanmamak, güllere ve neler vadeden öbür nesnelere bir insanca geleceğe göre anlam vermemek; eskiden her neysen sonsuzca kaygılı ellerde, artık hiçbiri olmamak; kendi adını bırakıvermek bir yana, kırık bir oyuncak gibi. Yadırganır, istememek artık isteklerini. Yadırganır eskiden bağlantı olan ne varsa, şimdi gevşek, uçuşur görmek boşlukta. Ölü olmak da güçtür, gecikmeyle yüklü olmak, kişi daha rastlamadan sonrasızlık izine. Bir var ki canlılar aynı yanlışı yaparlar hep: pek kesin sınırlar çizerler. Melekler bilmezmiş, ölüler arasında mı gezerler diriler arasında mı. Sonsuz akıntı kürer bütün çağları hiç durmadan, her iki ülkeden geçip ikisinin de seslerini bastırarak gürleyişiyle. Sonunda bizi gereksinmezler artık, erken göçenler, kişi artık yeryüzü şeylerinden kesilir, nasıl kesilirse ana memesinden usul usul. Peki biz, böyle yaman sırları gereksinenler, biz, kutlu ilerlemesi sık sık acıdan doğanlar: var olabilirmiyiz onlarsız? o öykü boşuna mı, Linos'un yasını tutarken hani atılgan ilk ezgi işleyince uyuşukluğa, ürkmüş uzayda sanki tanrımsı bir genç arsızın ayrılınca büsbütün, duymaya başlamıştı boşluk o titreşi mi, şimdi bizi büyüleyen, avutan, yardım eden? ### İkinci Ağıt Her melek ürkünçtür. Yine de, âh, size seslenirim, ruhum âdeta öldürücü kuşları, sizleri bilirim de. Tobias'ın günleri nerde, hani en parıldayanlardan biri dururdu gösterişsiz eşikte, biraz kılık değiştirmiş yolculuk için, artık korkunç değil, (merakla bakarken dışarıya, gencin karşısında bir genç). Gelsin başmelek, korku salan, yıldızlar ötesinden bir adım aşağı, bize doğru: yukarı yukarı çarpan yüreğimiz geçer bizi. Kimsin sen? İlk başarılar, yaradılışın gözdeleri, sıra dağları, tankırmızı sırtları bütün başlangıcın; çiçeklenen tanrılığın çiçek tozu, ışık eklemleri, koridorlar, merdivenler, tahtlar, varlık boşlukları, mutluluk kalkanları, fırtınalı esrime gürültüleri ve birden, yalnızca, aynalar, dışa akmış güzelliklerini gerisingeri çekenler kendi yüzlerine. Çünkü biz, duyarken, buharlaşırız; âh, biz soluruz kendimizi dışarı, hem uzağa; kordan kora daha bir koku salarız da. Belki bize der biri: evet, sokuldun kanıma, bu oda, bahar seninle doldurur kendini...Neye yarar, tutamaz ki bizi; yiteriz içinde, çevresinde. Onları, güzel olanları, ey, kim tutar onları? Görünüş durmadan belirip yiter yüzlerinde. Sabah otlarından çiğ uçar gibi çıkar bizden bizim olan, sıcak bir tabaktan ısının çıkması gibi tıpkı. Ey gülümseme, nereye? Ey yukarı bakış: yeni, ılık, yiten dalgası yüreğin-; âh, biz oyuz İşte. Evrensel uzayda peki, şu İçinde çözüldüğümüz, tat var mı bizden? Gerçekten yalnız kendilerinin olana mı el koyar melekler, onlardan akmış olana; yoksa zaman zaman, gözden kaçarcasına, bir parça var mıdır aldıklarında bizim varlığımızdan? Karılmış olarak var mıyız görünüşlerinde, gebe kadınların yüzlerindeki belirsizlik örneği? Bunu farketmez onlar kendine dönüşlerinin çevrintisinde. (Nasıl farketsinler ki?) Sevenler, ellerinden gelseydi, söyleyebilirlerdi alışılmamış şeyler gece havasında. Benzer ki her şey gizler bizi. Bak, ağaçlar vardırlar; oldukları yerdeler hâlâ. Yalnız biz, oturduğumuz evler havanın yer değiştirmesi gibi, yanından geçeriz her şeyin. Bütün şeyler bizi elbirliğiyle susturmak isterler, belki biraz utanç gibi, dile gelmez umut gibi biraz. Sevenler, size, birbiriyle yetinenler, size sorarım bizi. Siz kendinizi tutarsınız. Elinizde kanıt var mı? Bakın, bazen olur bana, ellerim farkeder birbirini; bazen de yorgun yüzüm onlara sığınmak ister. Bu biraz coşku verir bana. Ama kim var olmaya kalkabilir salt bununla? Size, biriniz altolup "Artık yeter" diye yalvarıncaya dek birbirinin esrimesinde çoğaladuranlar; size, elleri altında birbirinin bağbozumu gibi daha da artanlar; size, öteki öylesine büyüdüğü için, yalnız bunun için güçten kesilenler bazen: size sorarım bizi. Bilirim neden öyle mutlu dokunursunuz; okşama tutar çünkü, sizin öylesine bir incelikle örttüğünüz yer yitmez çünkü; çünkü duyarsınız tâ alttaki eldeğmemiş süreyi. Kucaklaşmalarınız âdeta vaadedinceye dek sonrasızlığı. Ancak, ilk karşılaşmanın şaşkınlığına dayandıktan sonra, pencere özlemine, o ilk yürüyüşe birlikte, hani bir kez, bahçede: Sevenler, aynı mısınız hâlâ? Kendinizi yükseltince dudaklarına birbirinizin ve birleşince: içkiye içki: âh, içen ne tuhaf kaçınır görevden. Atina dikilitaşlarındaki insan davranışının sakınganlığı şaşırtmadı mı seni? Sevgi ve ayrılış, sanki bizden başka bir şeyden yapılmış gibi, öylesine hafif konmamış mı omuzlara? Elleri düşün, nasıl basınçsız dururlar, gövdelerde güç varsa da. Bu kendinin efendisi olanlar bilirlerdi ki: geldik buraya dek; bize düşen, böyle dokunmaktır birbirimize; tanrılar daha güçlü bastırırlar bizi. Ama bu, tanrıları ilgilendirir. Bulabilseydik eldeğmemiş, çevrili, dar bir insanlık, kendimizin olan verimli bir bahçe kesimi ırmakla kaya arasında. Yüreğimiz aşar bizi başkalarını aştığı gibi. Ve artık bakamayız ardından onu yatıştıran görüntülere, tanrımsı gövdelere de; o, daha yüce bir kıvama erer onlarda. #### ÜÇÜNCÜ AĞIT Sevgiliyi türkülemek başka şey, âh, kanın gizlenen, suçlu ırmak tanrısını başka. Kızın tâ uzaktan tanıdığı, sevgilisi, ne bilir o Tutku Hakanını: hani sık sık, kendi yalnızlığından, daha kız dindirmeden onu, kız sanki yoktu sık sık- ne bilinmez derinliklerden, ey, kaldıran tanrılığını, geceyi sonsuz gürültüye boğan. Ey, kanımızdaki Neptün, ey, onun korkunç üççatallısı! Ey, bağrının karanlık yeli sarmal bağadan! Dinle, nasıl oylum oylum oyar kendini gece. Siz yıldızlar, sizden doğmaz mı sevenin aldığı tat sevgilinin yüzünden? En duru yıldızdan gelmez mi içten bakışı, en duru yüzüne sevgilinin? Sen değilsin, âh, anası değil onun kaşlarını böyle kuşkulu kemerleyen. Senin üstünde, onu duyan kız, senin üstünde takınmadı bu verimli kıvrımı dudakları. Gerçekten sanır mısın, onu böyle sarsan usul gelişindir senin, ey tan yelince gezen? Gerçek, ürkü salardın yüreğine; ama daha eski ürküler doluşurlardı içine, o parçalayan dokunmayla birlikte. Çağır onu...o karanlık arkadaşlıktan pek çağıramazsın. Elbet ister o, kurtulur da; sıkıntısı dinince, yerleşir tâ en iç yüreğine senin ve başlar orda kendine. Ama hiç kendine başladı mı ki? Ana, onu sen küçük yaptın, sendin ona başlayan; o yeniydi sana, o yeni gözler üstüne gerdin güler yüzlü dünyayı; yabancı olanı dışarda tuttun. Nerde, âh, o yıllar, hani ince varlığınla dururdun önünde, kabaran uçuruma bırakmazdın onu? Çok şeyi sakladın ondan böylece; gece kuşkulu odayı zararsız kıldın; sığınaklarla dopdolu yüreğinden katıp karıştırdın insan uzayıyla onun gece-uzayını. Karanlığa değil, hayır, senin daha yakın varlığına koydun gece-ışığını; o da sanki dostluktan ışıldadı. Tek gıcırtı yoktu ki bir gülümsemeyle açıklamayasın; döşeme ne zaman böyle davranır, sanki tâ eskiden bilirdin. Ve seni dinler o, yatışırdı. Bu denli yararlıydı senin usulca kalkman; uzun örtülü yazgısı çekilirdi dolabın arkasına; ve yavaşça yer değiştiren tedirgin geleceği, uydururdu kendini perdenin kıvrımlarına. Öyle yatarken o, rahatlamış, senin usulca biçim vermenin tatlılığını uykulu gözkapaklarının altında ilk uykuyu eritirken-: korunan birine benzerdi...Oysa içerde: kim durdurabilin kim önleyebilirdi içindeki kaynağın sellerini? Ah, öngörü yoktu bu uyuyan kişide; uyurdu, ama düş görürdü, ama ateşler içinde: neydi başladığı böyle! O, yeni olan, ürkek, nasıl dolaşırdı iç eylemin durmadan uzayan filizlerine, ilkel örnekler içre kıvrılmış eylemin, boğan bitkiler içre. yırtıcı hayvan biçimleri içre. Nasıl koyverirdi kendini-. Severdi İç evrenini severdi, içerdeki yabanı, en eski ormanı tâ içindeki; sessiz yıkıntısı üstünde bu ormanın yüreği dururdu, açık yeşil. Severdi. Onu bıraktı, girdi kendi köklerinden o büyük kaynağa, küçücük tohumunun çoktan sona erdiği yere. Seve seve indi daha eski kana, hâlâ atalarını tıkınan vadilere, korkunçluğun gizlendiği derinliklere. Ve her ürkü bilirdi onu, göz kırpardı, beklercesine. Evet, gülümserdi Korkunç... Sen az gülümsemişsindir öyle tatlı, ana. Nasıl sevmesin onu, kendine gülümseyeni? Onu senden önce severdi; sen oğlunu karnında taşırken bile, oğulcuğu hafifleten sudaydı o, erimiş. Bak, biz yalnızca tek yılla sevmeyiz çiçekler gibi; yürür kollarımızda, biz severken, o bengi özsu. Ey genç kız, bu içimizde sevdiğimiz, tek kişi, gelecek kişi değil, sayısız kaynayanlardır bütün; yalnız tek çocuk değil, bütün babalardır, dağ yıkıntıları gibi dinlenen derinliklerimizde; bütün kurumuş ırmak yataklarıdır geçmiş anaların-: bütün sessiz görünümdür açık ya da bulutlu yazgı altındaki: buydu, genç kız, seni önleyen. Ve sen kendin, nerden bileceksin, tâ geçmiş çağları uyarırdın sevgilinde. Ne duygular taşardı göçmüş varlıklardan! Onda ne kadınlar nefret ederdi senden! Ne uğursuz adamlar diriltirdin damarlarında gencin! Ölü çocuklar çırpınırdı sana doğru... Ah, usulca, usulca bir şey yap onun uğruna, güvenli bir günişi, götür onu bahçeye yakın, ver ona geceler üstünlüğünü... Tut onu... ### DÖRDÜNCÜ AĞIT →Ey hayat ağaçları, kışınız ne zaman? Biz uyumlu değiliz. Sezgili değiliz göçebe kuşlar gibi. Geri kalmış, gecikmiş, yelleri zorla yükleriz kendimizi: ve güler yüz görmeyiz konduğumuz göllerden. Çiçeklenmeyle solmayı birlikte kavrarız biz. Ve bir yerde aslanlar gezinir hâlâ ve bilmezler, öyle görkemlidirler ki, güçsüzlük nedir. Oysa biz, bir şey üzerinde durup düşünürken, duyarız bir başkası neye mal olur bize. Düşmanlık en yakınımızdır. Sevenler, birbirindeyken, uçurum ağzına gelmezler mi hep, o genişlik ve av ve yurt arayanlar? İşte, bir anlık taslak için, biz görelim diye, bir çelişme temeli hazırlanır acıyla, çünkü bizce besbellidir ki bilmeyiz duyguların çevre-çizgisini; bildiğimiz ancak, onu dışardan biçimleyendir. Kim oturmamış yüreğinin perdesi önünde kaygılı? Kalkar perde: sahne döşengisi Ayrılıştır. Anlamayacak ne var. O bildik bahçe, ve sallanır usulca: derken oyuncu gelir. O değil. Yeter. Ne denli kıvrak oynarsa oynasın, kılık değiştirmiştir, kentlinin biridir bakarsın; evine girerken mutfaktan geçer. İstemem bu yarıdolmuş maskeleri, kukla daha iyi. Doludur. Katlanırım kâğıt deriye ve tellere ve salt görünüş olan yüze. İşte! Öndeyim. ışıklar sönse bile, bana deseler bile: Başka yok, boşluk esse bile boz akımlarca sahneden, sessiz atalarımdan hiçbiri artık oturmasa bile yanımda, hiçbir kadın, ela gözlü şaşı oğlan bile artık kalırım yine de. Her zaman seyredilir. Doğru değil miyim? Sen ki yaşamanın tadını öyle acı bulurdun, Baba, benimkini tattığında: gereksinmenin ilk, bulanık demini; ben büyüdükçe, sen tadar dururdun ve, bu denli garip geleceğin ağzında kalan tadı seni tutardı benim puslu bakışımı denerdin,- sen, Babam benim, öldüğünden beri, sık sık umudumda, benim tâ içimde, korkarsın ve durgunluktan, ölülerin durgunluk ülkesinden el çekersin yazgı kırıntım uğruna: doğru değil miyim? Ya siz, doğru değil miyim, size duyduğum sevginin küçük tohumunu severdiniz siz; bense bu sevgiden yüz çevirirdim, çünkü yüzlerinizdeki uzay, ben onu severken bile, evrensel uzaya dönerdi, artık sizin olmadığınız yere... İçimden geldiğinde kuklaları seyretmek, hayır, öyle yoğun bakmak onlara ki, sonunda bir melek, bakışımı dengeye getirmek için insin oyuncu gibi kuklayı diriltmeye. Melek ve kukla: İşte bir gösteri en sonu. Derken birleşir orda kendi varlığımızla bizim durmadan ayırdığımız. Derken tam değişimin çemberi yükselir mevsimlerimizden. Üstümüzde ve ötemizde, derken, oynar melek. Bak, ölenler, onlar bilmezler mi ne denli kaçamakla yüklüdür başardığımız her şey burada. Hiçbir şey kendisi değildir. Ey çocukluk saatleri, geçmişten fazla bir şey vardı şekiller arkasında; önümüzde duran gelecek değildi. Gerçek, biz büyürdük, bazen de tez büyüyelim diye çırpınırdık: Onlar uğruna yarıyarıya, onlar ki büyümüşlükten başka şeyleri yoktu. Ve yalnız gezinirken, sonrasızlıkla gönül eğlerdik ve dururduk orada, dünya ile oyuncak arasındaki açıklıkta, tâ baştan beri bir katkısız olay için hazırlanmış bir yerde. Kim gösterecek bir çocuğu, olduğu gibi? Onu kim yerleştirecek yıldızlar içre, uzaklık ölçüsünü kim koyacak eline? Sertleşen boz ekmekten kim yaratacak çocuğun ölümünü, ya da bırakacak orada, değir mi ağızda, cânım bir elmanın özü gibi?... Cana kıyanlar kolayca anlaşılır. Bir var ki: Ölümü, bütün ölümü, hayattan önce, tutmak usulca ve kızmadan- anlatılmaz bu. ###Beşinci Ağıt Frau Hertha Koenig'e adanmıştır Ama kim bunlar, deyin bana, bu gezginler, bu biraz daha geçeğen olanlar bizden, bu tâ başlangıçta burulmuş olanlar, kimin uğruna hem, dinmek bilmez bir istemin eliyle? Burar onları, eğer onları, salar onları ve sallar onları, atar onları, tutar onları; sanki yağlı, daha kaygan havadan inerler sonrasız sıçrayışlarıyla yıpranmış kilime, evrende yitmiş kilime bu. Tutturulmuşlar alçı gibi, kent yöresi göğü incitmiş onları sanki. Orda var yok, dimdik, göz önünde: Dura'nın büyük ilk harfi..., hep üsteleyen pençe yuvarlar, şaka olsun diye, en zorlu adamları bile bir daha, Zorlu August nice yuvarladıysa çinko tabağı masada. Ah, çevresinde bu merkezin, bakma gülü: Açar ve yaprak döker. Çevresinde bu tokmağın, yumurtalık, kendi çiçek tozunun eline düşmüş, döllenmiş yine sıkıntının yalancı meyvesi olmak için, o hep bilinçsiz, yüzeyde pırıldayan, hafif, yalandan gülümseyen kendi sıkıntılarının. İşte solgun, buruş buruş kaldırıcı, yaşlanmış, yalnız davul çalar artik, büzülmüş içine zorlu derisinin; eskiden iki kişiyi kapsarmış sanki bu deri: biri şimdi yatar kilise avlusunda, buysa sağ kalmış, dul derinin içinde sağır ve zaman zaman şaşkın biraz. Oysa genci, erkeği sanki şeytan yavrusu: Sırım gibi ve tortop ve yalın mı yalın. Siz ey, daha pek hafif bir ağrı, uzun iyileşme nöbetlerinden birinde, oyuncak edinmişti sizi... Sen, ancak olmamış meyvelerin bildiği bir düşüş sesiyle pat diye her gün yüz kez düşen karşılıklı kurulmuş devinme ağacından (bu ağaç sudan daha tez baharı, yazı ve güzü yaşar birkaç dakikada) düşen ve mezar üstünde zıplayan: bazer, yarım-durgularda, yüzünden bir sevgi yükselmek ister o binde bir sevgi gösteren annene doğru, yiter gider ama gövdende; bu ürkek, ancak başlayan bakışı yutar gövdenin yüzeyi...Ve bir daha çırpar işte şu adam ellerini dalış için ve hep dörtnal yüreğinin menziline girmeden bir tek ağrı, tabanlarındaki sızlama sıçrayıştan önde gider, gövdenden çarçabuk birkaç damla yaş gönderir de gözlerine. Yine de, körükörüne, o gülümseyiş... Melek! Al, kopar bu küçük çiçekli onultan otu. Bir vazo yap onu saklamak için. Daha bize açılmamış sevinçler ortasında koy; güzelim vazoda öv onu çiçeklerce yükselen yazıtlarla sen: "Subrisio Saltat" Sonra sen, sevgilim, sen ki bütün coşturucu sevinçler üzerinden atladı geçti. Belki püsküllerin uğur getirir sana-, ya da genç, gergin göğüslerinin üstünde yeşil madensi ipek sonsuzca şımartılmış bulur kendini ve eksiksiz. Sen, kaç kez, titreyen bütün terazi gözlerinde hep başka türlü sergilenmiş dinmenin taze meyvesi, omuzlar arasında gösterilen, kamuya. Nerde, ey, nerde o yer gönlümde gezdirdiğim- uzun süre becermekten uzak kaldıkları yer, ama ayrı düştükleri birbirinden, daha tam çiftleşmemiş, kızışan hayvanlar gibi;- kaldırma güllerinin ağır olduğu yer hâlâ, çemberlerin hâlâ boşa döndüğü yer-, döndürme değneklerinden uzağa sallana sallana... Ve birden bu can sıkıcı hiçbir yerde, birden o katkısız pek azın anlaşılmazcasına değiştiği dile gelmez yer-, döner bu boş pek çoğa. O çok büyük sayıların sıfır ettiği yer. Alanlar, ey Paris'teki alan, sonsuz panayır, kadın şapkacısı Madame Lamort'un sarıp bağladığı yer tedirgin yollarını yeryüzünün, o sonsuz şeritleri; bunlardan hep yeni fiyongalar, süsler, çiçekler, düğmeler, meyveler yaptığı, hepsi yalancıktan rekli, yazgının kelepir kış şapkalarını süslemek için. Melek: bir yer olsa, bizim bilmediğimiz, orda, dile gelmez bir kilim üstünde, gösterse sevgililer burda bir türlü ortaya koyamadıkları gönül uçuşlarının yüce, korkusuz örneklerini, haz kulelerini, nicedir duracak yer olmadığından titreyerek birbirine dayanan merdivenlerini, bunu becerseler önünde halka olmuş seyircilerin, sayısız, sessiz ölülerin: onlar atmaz mı o son, hep saklanan, hep gizlenen bizim bilmediğimiz, sonrasızca geçerli mutluluk sikkelerini dinmiş kilimin üstünde en sonu gerçekten gülümseyen bu çiftin önüne? ### ALTINCI AĞIT İncir ağacı, öteden beri anlam yüklüdür gözümde senin çiçek açmaya nerdeyse hiç yer vermemen ve tam vaktinde kesin kararlı meyveye, övgüsüz, İletivermen en katkısız sırrını. Eğik dalın, çeşme borusu gibi, sürer özsuyu hep aşağı doğru ve yukarı: uyanmış uyanmamışken, sıçrar uykusundan en tatlı başarının mutluluğuna. Bak: kuğudaki tanrı gibi. ...Bizse geç kalırız, âh, çiçeklenmeyle övünürüz; çoktan açığa çıkmış, gireriz ertelenmiş özüne son meyvemizin. Eylemin basıncı pek az kimsede öyle güçlü yükselir ki, gece havasınca baştan çıkaran çiçeklenme ayartısı ağızlarının gençliğine dokununca, göz kapaklarına dokununca, parıl parıl yanan yürekleriyle hep dururlar sımsıkı: belki ancak kahramanlarda ve erken ayrılmaya seçilenlerde- bunların, bahçıvan Ölüm başka türlü bükmüş damarlarını. Fırlar ileri bunlar: önünde giderler fatih gülümseyişlerinin, usul biçimli Karnak kabartmalarındaki o üstün gelmiş hakanın atları gibi tıpkı. Şaşılası bir yakınlık görülür erken ölenlerle kahraman arasında. Süre ilgilendirmez onu. Kahramanın yükselişi varlıktır. Hiç durmadan ilerleyerek, girer değişmiş takım yıldızına sürekli tehlikesinin. Onu pek az kimse bulur orada. Oysa yazgı, bizi karanlık karanlık gizleyen, kendinden geçip ansızın türküler onu taşkın dünyasının fırtınası içine. Kimse yok onun gibi duyduğum. Birdenbire, akan havayla gelen karanlık yankısı yarar geçer beni, Derken nasıl gizlenesim gelir bu özleyişten: keşke åh, keşke bir küçük oğlan olsaydım, ona yaklaşsaydım, otursaydın dayanıp gelecekteki kollara, Samson'u okusaydım: anası önce nasıl hiçbir şey doğurmamış ve sonra doğurmuş her şeyi, O daha senin karnındayken, ey ana, kahraman değil miydi, senin karnında başlamadı mı hakanca seçmesine? Binlercesi kaynardı dölyatağında, O olmayı arzulardı, oysa bak: kavrayıp atardı, seçerdi, elinden gelirdi bu. Sütunları devirdiyse, senin gövdenin dünyasından daha dar dünyaya fırlarken oldu bu: orda seçer dururdu hep, eylerdi. Ey kahraman anaları, ey azgın ırmakların kaynakları! Siz, yüreğin tâ kenarından, ağlayarak, genç kızların çoktan atıldığı vadiler: oğula sungu olmaya. Kahraman hışımla geçerken sevgi duraklarından, uğrunda çarpan her yürek ancak yukarı kaldırırdı onu: öteye döner dönmez, gülümseyişlerin bittiği yerde dururdu. bir başkası. ### YEDİNCİ AĞIT Gönül okşamak değil artık, gönül okşamak değil, bundan çıkan ses olacak çığlığının örneği; kuş gibi dupduru seslensen de... kabaran mevsim onu kaldırırken hani, kuş nerdeyse unutur ya tedirgin bir şey olduğunu, baharın gönlü açık göğe fırlattığı bir yürek olmadığını sadece. Onun gibi, sen de, ondan geri kalmadın-, ardına düşmek istersin daha görülmemiş, seni sessizce farkedecek bir eşin: onda bir karşılık uyanır usulca ve dinleyerek ısıtır kendini,- senin yoğun duyguna parıl parıl yanan bir eş duygu olmak için. Ah, anlardı bahar, hiçbir kuytu, bildirinin sesini yankılamaktan geri durmazdı. Dupduru, evetleyen bir sabah o soran, küçücük kavalı önce bir yankılayarak büyülten sessizliğe bürür ortalığı. Sonra merdivenden yukarı, çağrı merdiveninden, geleceğin düşlenen tapınağına; sonra titreyen ses, o çeşme: fışkıran suyunu, daha yükselirken, Düşmenin kavradığı umut veren bir oyunda... Ve bundan önce, yaz. Yaz sabahları değil yalnız, bu sabahların güne dönmesi ve Başlangıçla akması değil yalnız. O günler değil yalnız, çiçeklerin çevresinde incecik ve yukarda, çevresinde biçimli ağaçların, o güçlü ve yaman. Bu açılmamış güçlerin kaynaması değil yalnız, yollar değil yalnız, akşam çimenleri değil yalnız, geçmiş gökgürültüsünden sonraki canlı duruluk değil yalnız, gelen uyku ve bir önsezi değil yalnız, akşamları.۰۰ geceler de! O pek yüce, o yaz geceleri,yıldızlar da, yer yıldızları. Ey, ölmek en sonu, bilmek olanları sonsuzca, bütün yıldızları: çünkü nasıl, nasıl, nasıl unutursun onları! Bak, sevgiliyi çağırdım. Ama yalnız o gelmez ki... Kızlar gelir gevşek mezarlardan, dinelirler...Saldığım çağrıyı nasıl sınırlarım ki? Gömülmüşler aranır yeryüzünü hep. Siz çocuklar, burda bir kez kavranan bir, bin yerine geçer. Sanmayın ki çocukluğun yoğunlaşmasından arta bir şeydir yazgı; sık sık yetişirdiniz sevgiliye, soluk soluğa; uzaklığı, bir onu mutlulukla kovalamaktan soluk soluğa. Ne görkemli şey burda olmak! Siz de bilirsiniz bunu, kızlar, siz de, yoksun kalanlar sanki, düşenler, siz, en pis sokaklarında kentlerin, kokuşa çürüye. Çünkü bir saat bağışlanırdı her birine, belki bir saat bile değil, zaman ölçüleriyle ölçülmeyen bir süre iki an arasında, ancak o zaman var olurdu kız. Bütün. Varlıkla yüklü damarlar. Yalnız, gülen komşunun ne doğruladığı ne de imrendiği şeyi pek kolay unuturuz. Yükseltmek isteriz onu görünürcesine; oysa en görünür sevinç, biz ancak içerde değiştirince, gösterir bize kendini. ↓ İçerden başka, sevgili, hiçbir yerde var olamaz dünya. Değişmeyle geçer yaşamamız. Ve hep eksilerek gözden ırar dış görünüm. Duran bir evin olduğu yerde doğar uydurma bir görüntü birden, aykırı, kavramlar arasında rahat: hâlâ beyinde dururcasına. Kocaman kudret ambarları kurar zaman ruhu, bütün nesnelerden topladığı gergin özlem gibi şekilsiz. Tanımaz artık tapınakları. Bunları, bu gönül savurganlıklarını gizli gizli saklarız. Evet, kişinin daha sürdüğü yerde, eskiden dua edilmiş şey, bağlanılmış şey, diz çökülmüş, tutar yerini, olduğu gibi, görünmeyende çoktan. Birçoğu görmez artık, kaçırır onu şimdi içerde kurma fırsatını, sütunlar ve heykellerle hem, daha büyük! Dünyanın her uyuşuk döneminde böyle miras yoksunları vardır, ne daha önceki onlarındır, ne daha sonra gelen. Çünkü en yakın şeyler bile uzaktır insanlara. Bizi şaşırtmasın bu; henüz tanınabilir biçimi saklamakta güçlü kılsın bizi. Bu eskiden insanlar arasında dururdu, ortasında dururdu yazgının, yokedenin, ortasında bilmez-nereye'nin, sanki vardı ve eğerdi kurulu göklerden yıldızları kendine doğru. Melek, sanada göstereyim onu işte! O, senin bakışında belirecek, kurtulup en sonra, ve dimdik. Sütunlar, direkler, Sfenks, tapınağın külrenginde yukarlara yönelmesi bir sönen, ya da yabancı kentten. Mucize değil miydi o? Ey melek, bak, çünkü biziz o, biz, ey Ulu, elimizden geldiğini sen bildir onlara; benim soluğum böylesi bir övgüye yetmez. Demek, ne de olsa. yararlanmayı bildik bu uzaylardan, bu pek bol, bu bizim uzaylarımızdan. (Ne korkunç büyüklükte olmalılar ki duygumuzun nice bin yılı dolduramadı.) Oysa kule büyüktü, değil mi? Ey melek, öyleydi,- büyük, sana bakarak bile. Charters büyüktü; ve musiki daha da yükselir, ağardı bizden öte. Ama seven bir kız bile, pencerede, yalnız geceleyin... Dizine yetişmez miydi senin-? Seni çağrıyorum sanma. Melek, çağırsam bile! Gelmezsin. Çünkü çağrım öteyle yüklü hep; bunca güçlü akıntıya karşı ilerleyemezsin. Uzanmış bir kol gibidir çağrım. Ve kavramak için yükselen açık eli, durur senin önünde açık, korurcasına, uyarırcasına, ey Kavranmayan, apaçık. ### SEKİZİNCİ AĞIT Rudolf Kassner'e adanmıştır Hayvan bütün gözleriyle bakar açığa. Yalnız bizim gözlerimiz, tersine dönmüşcesine, onun özgürlük yolunu çevreleyen tuzaklar gibidir tıpkı. Biz dışardakini ancak hayvanın yüzüne bakarak biliriz; çünkü biz çocuğu küçükken döndürür, geriye doğru baktırırız biçimler dünyasına; ve çocuk görmez o derin açıklığı hayvanın yüzünde. Ölümden uzak. Onu biz görürüz ancak; özgür hayvanın ölmüşleri durur arkasında hep, önündeyse Tanrı; yürüse, sonrasızlık içre yürür akan pınarlar gibi. Çiçeklerin sonsuzca açıldığı el değmemiş uzay hiçbir zaman, bir gün bile, bulunmaz önümüzde. Hep dünyadır ve hiçbir zaman yoksuz Hiçbir yerde değil: Kişinin solunduğu, el değmemiş, gözetlenmeyen şey, kişinin sonsuzca bildiği ve istemediği. Çocuğun biri bazen yiter orda sessizce ve silkinir gerisin geri. Ya da biri ölür de, odur artık. Çünkü yaklaşırken ölüme, ölümü görmez artık kişi; ileri bakar, belki geniş hayvan bakışıyla. Sevenler öteki bir olmasa, yolu tıkayan- yaklaşırlar ona, şaşarlar... Birbirinin arkasında, sanki savrukluk yüzünden, açığa çıkar o...Ama geçemez onlar birbirinden öteye; ve dünya bir daha döner geri. Böyle hep yaradılışla yüzyüze, gördüğümüz ancak özgürün yansımasıdır karşımızda, bizce karartılmış. Ya da bir hayvan, bir susan, başını kaldırır, süzer de süzer bizi. Yazgı budur işte: karşı karşıya olmak, başka bir şey değil, karşı karşıya hep. Bize doğru bir başka yol boyunca yaklaşan şaşmaz hayvanda bulunsaydı bu bizdeki bilinç, alır sürüklerdi bizi arkasından. Ama varlığı sonsuz gelir ona, kavranmayan, içe bakmayan, katkısız, kendi bakışı gibi tıpkı. Geleceği gördüğümüz yerde her şeyi görür o ve her şeyde kendini, sonsuzca iyileşmiş. Yine de, uyanık, sıcak kanlı hayvanda bir büyük üzüntünün ağırlığı ve kaygısı vardır. Onu da bir türlü bırakmaz çünkü, sık sık bizi alteden, anı: ardından koştuğun eskiden daha yakınmış gibi, daha gerçek ve bağlantısı sonsuzca yumuşak. Burada her şey uzaklıktır, ordaysa nefesti. O ilk yuvadan sonra İkincisi çapraşık ve gelgeç. Ey küçük yaratıkların mutluluğu, hep orda, kendilerini doğuran dölyatağında kalanların; tatarcığın sevinci, hâlâ içerde zıplayan, düğün gününde bile: çünkü dölyatağı her şeydir. Ve kuşun yarı kesinliğine bak, doğuştan farkında sanki ikisinin de; üstünde kendi heykeli duran bir mezarda yatar bir ölüden kaçmış • Etrüsk ruhlarından biri gibi tıpkı. Ve nasıl ürker, dölyatağından çıkan, uçmak zorunda kalınca. Kendi kendinden korkarmış gibi, uçar havada eğıi büğrü fincandaki çatlak örneği. Yarasanın yolu nasıl yarıp geçerse akşamın fağfurunu. Bizse: hep seyirci, her yerde, her şeye dönük ve bağlı! Dolduruluruz. Düzenleriz. Çöker. Yeniden düzenleriz ve kendimiz çökeriz bu kez. Bizi kim böyle çevirmiş ki, netsek neylesek, her durumda ayrılıp giden gibiyiz? Bütün vadisini kendine bir daha gösteren o son tepenin üstündeki nasıl döner ve durur, oyalanırsa-, öyle yaşarız biz de, hep veda ederek. ### DOKUZUNCU AĞIT Neden, bu kısa varlık süresi çarçabuk geçecekse defne gibi, çevreleyen bütün yeşillerden az daha koyu, her yaprağın kenarında küçük dalgalar (yel gülümsemesince)-: neden öyleyse insan olmalı ve yazgıdan kaçınarak özlemeli yazgıyı?... Ah, mutluluk var diye değil, yakın yitiğin o ivedi kazancı. Meraktan değil, yüreği alıştırmak için değil; defnede bu vardır daha... Burda olmak çok şey de ondan; ve burda ne varsa hepsi iğreti, bizi ister gibidir de ondan; ve bir tuhaf ilgilendirir bizi. Bizi, en iğretiyi. Bir kez her şey, yalnız bir kez. Bir kez, o kadar. Biz de bir kez. Yok bir daha. Ama bu bir kez olmuş olmak, yalnız bir kez de olsa: bulunmuş olmak yeryüzünde, hiç değişir mi bu? Ve hep zorlarız kendimizi, onu başarmak isteriz, tutmak isteriz yalın ellerimizde, dopdolu bakışta, dilsiz yürekte hem. O olmak isteriz. Kime vermeye? Yoksa tümünü tutsak mı hep... Ama karşı yakaya, âh, ne götürebilirsin ki? Ne burda ağır ağır öğrendiğimiz görme gücünü, ne de burda olup biten herhangi bir şeyi. Hiçbirini. Acıyı öyleyse. Her şeyden önce ağırlığı, uzun sevgi yaşantısını,- dile gelmez şeyleri. Peki sonra, yıldızlar altında, neye yarar: dile gelmesinler daha iyi. Dağbaşlarından gelen yolcunun vadiye getirdiği dilegelmez bir avuç toprak değildir, kazandığı bir katkısız sözdür, sarı ve mavi centiyane. Acaba biz burda demek için mi varız: Ev, Köprü, Çeşme, Kapı, Testi, Meyve ağacı, Pencere,- belki de: Sütun, Kule... Ama öyle bir demek, unutma, âh, öyle bir demek ki: bu şeylerin kendileri hiç ummamış olsunlar böyle yoğun varolmayı. Bu kurnaz yeryü. zünün gizli amacı, sevenleri yelterken, her şeyi onların içinde coşkuyla devindirmek değil mi sadece? Eşik: önemi nedir ki sevenlerce aşınmış eşiklerini az daha aşındırırlar onlar da, geçmiş nicelerden sonra, gelecek nicelerden önce..., hiç düşünmeden. Buradadır dile gelmezin zamanı, burdadır yurdu. Konuş ve bildir. Her zamandan daha çok bırakır gider bizi yaşatan şeyler ve görüntüsüz bir eylem alır yerlerini; İçerdeki işleyiş daha çok büyüyüp yeni bir biçim alınca, hemen çatlayacak kabuklar altındaki eylem. Çekiçler arasında barınır yüreğimiz, dişler arasındaki dil gibi, ne olursa olsun övgüyü sürdüren. Dünyayı öv meleğe, dile gelmezi değil, etkileyemezsin onu görkemli duygularınla sen; onun daha büyük bir duyarlıkla duyduğu evrende sen yenisin şimdilik. Yalnız bir şey göster ona, ellerimizle gözlerimizde kendi parçamız gibi yaşa- yıncaya dek çağdan çağa yeniden biçimlenen bir şey. Ona nesneleri anlat. Daha çok şaşırır: senin Roma'daki ipçinin yanında şaşırdığın gibi, ya da Nil'deki çömlekçinin. Göster ona, bir şey nasıl mutlu olabilir, nasıl hilesiz ve bizim; acı İniltisi bile nasıl katkısızca biçimler kendini, şeylik eder, ya da bir şey içre ölür, sığınmak için kemandan öte bir mutluluğa. Bu ayrılış üzre yaşayan şeyler fanlar sen onları övdüğünde; süreksiz olduklarından bizde kurtuluşa ermek isterler, bizde, en süreksizde. Onları değiştirelim isterler tå görünmeyen yüreklerimizde, -ah, sonsuzca değiştirelim kendimize! Her kimsek. Yeryüzü, istediğin bu değil mi görünmeden kabarmak içimizde? -Bir gün görünmez olmak değil mi senin düşün? Yeryüzü! görünmez! Nedir önemli buyruğun, değişim değilse? Yeryüzü, ey sevgili, kabul. İnan, baharların gerekmez artık beni kazanmaya; biri, âh, bir teki bile çok gelir kanıma. Adsız sansız seninim tâ baştan beri ben. Sen her zaman haklıydın ve en kutsal eşinin o dost ölümdür. Bak, yaşıyorum. Neyle? Ne çocukluk azalmakta, ne de gelecek... Sayı üstü varlık kaynar yüreğimde hep. ### ONUNCU AĞIT Bir gün bu korkunç görüşten çıkıp en sonu, ağdırsam sevinçli bir övgü doğrulayan meleklere ben. Yüreğin duru sesli çekiçlerinden hiçbiri gevşek, kararsız, ya da kırılan teller üzre düşüp de susmasın, Akan yüzüm daha da parlatsın seni: gösterişsiz ağlayış çiçeğe dursun. Ne severim o zaman sizi, ey ağrı geceleri. Neden, ey avunmak bilmez bacılar, daha çok diz çökerek karşılamadım sizi, daha çözük bırakmadım kendimi çözük saçlarınıza? Bizler, acıları har vurup harman sa savuranlar, Nasıl onlardan öte, üzgün süreye bakar dururuz sonralarını görmek için çırpınıp. Oysa bizim ancak kış yapraklarımızdır onlar, loş her-dem-yeşilimiz, iç yılımızın mevsimlerinden biri-, mevsim değil yalnız, yer, konut, karargah, toprak, barınak. Gerçek, ah, ne gariptir Acı Kenti'nin sokakları: bastırılan gürültünün düzme sessizliğinde, bir boşluk kalıbının dökümü, azgın, yaygaraya boğar ortalığı, apansız anıtı. Onu melek nasıl tepeler âh, iz bırakmadan, onların avuntu pa- zarini hazır alınmış kiliseyle birlikte, kenardaki: pazarları temiz ve kapalı ve büyüden kurtulmuş postane gibi tıpkı. Oysa dışarda hep, yıllık panayırın kenarları dalgalanır durur. Özgürlük salıncakları! Çaba dalgıçları, hokkabazları! Süslü püslü mutluluğun resimli atış salonu: usta nişancı vurunca, teneke hedeflerin sıçrayıp düşüverdikleri. Adam sevinçten raslantıya doğru sendeler: çünkü barakalar bütün meraklıları davullarla, çığırtkanlarla çekmektedirler. Özellikle görülmeye değer, yalnız büyükler İçin: Paranın üreyişi! Ana- tomiktir, eğlence değil sadece Paranın uzuvları, hepsi, tekmili birden gösterilmekte, öğreticidir, verimli kılar sizi... ...Ah, hemen dışarda, üstünde "Ölümsüz" yaftaları asılı son tahta perdenin arkasında, içenlere, taze eğlenceliklerle çiğnedikçe, pek tatlı gelen şu acı bira.... tam gerisinde tahta perdenin, tam arkasında, gerçek. Çocuklar oynar, sevgililer kucaklaşırlar, bir yanda, üzgün otlar içinde, ağır başlı, uyar doğaya köpekler. Çekilir ileri doğru genç; belki eldeğmemiş bir Yas'a gönül verdiğinden...İzler onu çimenliğe dek. O der ki: uzak. Tā orda oturuyoruz... Nerde? Ve genç izler. Halleri dokunmuştur kendisine. Omuzlar, boyun-, ünlü bir soydan olmasın? Ondan ayrılır ama, geri döner, bakınır, başını sallar...Neye yarar? O bir Yas'tır ancak. Yalnız genç ölenler, süresiz durgunluğun ilk döneminde, dünyadan kesilirken seve seve izlerler onu. Bekler kızları, onlara yardım eder. Usulca gösterir onlara neler var üzerinde. Acı incileri, ince Sabır Örtüleri. Yürür gençlerle sessizce. Oysa orda, barındıkları yerde, vadide, geçkin Yaslardan biri dinler genci soru sorarken:- Biz eskiden, der, büyük bir aileydik, biz Yaslar. Atalarımız şu dağlardaki madenleri işletirlerdi; insanlar arasında o parlak, ilk acıdan bir külçe görürsün bazen, ya da, eski bir yanardağın taş kesilmiş öfkesinden. Evet, ordan çıkardı. Eskiden zengindik.- Ve gezdirir onu geniş Yaslar görünümünde, tapınak sütunlarını gösterir, kale yıkıntılarını: buradan Yas Hakanları bilgece yönetirmiş ülkeyi çok eskiden. Uzun gözyaşı ağaçlarını gösterir, çiçeklenen üzüntü tarlalarını, (yaşayanlarca yalnız yumuşak yapraklar diye bilinen); otlayan Yas Hayvanlarını gösterir,- ve bazen ürken bir kuş, görüş alanlarının tam ortasından geçerek, çizer ıssız çığlığının kargacık burgacık görüntüsünü.- Akşamleyin götürür Yas Soyundan en uzun yaşamışların mezarlarına, falcı kadınların, uyaranların. Gece yaklaşırken ama, daha bir yavaş yürürler ve çok geçmeden yükselir ayca, her şeyi gözetleyen mezar taşı. İkiz kardeşi Nil'dekinin, yüce Sfenks'in-: gizli bölmenin bakışı. Ve şaşarlar önünde hakan başının, o hep susan, kişinin yüzünü yıldızların terazisiyle tartan. Gencin görüşü, erken ölümden başı döner de hâlâ, kavrayamaz bunu. Yasın bakışıysa ürkütür bir baykuşu çifte tacın gerisinden. Ve kuş usulca sürtünerek, yanak boyunca, en olgun değirmesi boyunca, belli belirsiz çizer ölümde-doğan işitme üzre, sanki açık bir kitabın çift sayfasına, anlatılmaz taslağı. Ve yukarlarda, yıldızlar. Yeniler. Acı Ülkesinin yıl dızları. Ağır ağır sayar adlarını Yas: "İşte, bak: Atlı, Gönder, şu kalabalık takımyıldıza da Meyve Çelengi denir. Sonra, ilerde, Kutba doğru: Beşik. Yol, Yanan Kitap, Kukla, Pencere. Oysa güney göğünde, sanki bir kutsanmış elin ayasında tertemiz duran, dupduru görkemle parlak A, Anaların simgesidir..." İlerlemesi gerek ölünün daha; geçkin Yas vadiye götürür onu, burda pırıl pırıl durmaktadır ay ışığında: Sevincin kaynağı. Yas saygıyla söyler adını, der: "Kişiler dünyasında alıp götüren ırmaktır bu." Dağın eteğinde dururlar. Ve burda Yas kucaklar onu, ağlayarak. Yalnız, yükselir İlk Acı dağlarına doğru genç. Ve sessiz yazgıdan bir kez olsun yankılanmaz adımları. Oysa bu sonsuzca ölenler içimizde bir simge uyandırsalardı, bak, gösterirlerdi belki sarkan çiçekleri yapraksız fındık ağaçlarından, yağmuru belki de, ilkbaharda kara toprağa düşen.- Biz de, yükselen mutluluğu düşünenler, bir mutlu düştüğünde bizi nerdeyse şaşırtan duyguyu yaşardık.
·
1.054 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.