Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

141 syf.
8/10 puan verdi
Okulsuz Toplum adlı kitapta, başlıktan da anlaşılacağı üzere okul kurumunun olmadığı bir sistem anlatılmaktadır. Fakat bu anlatım yapılırken okul kurumunun toplum üzerindeki etkileri de eleştirel bir dille okuyucuya aktarılmıştır. Bahsi geçen kurumlar, insanlar üzerinde sosyal tabakalaşma yaratmış mıdır? Eğitim anlayışı modern olarak toplumları ileriye taşıyan itici bir güç müdür yoksa tek tip insan modelleri mi yaratmaktadır? Bu ve benzeri sorular ele alınarak irdelenen sistem, yaşam boyu öğrenme temelli eğitim modelinin önemi ve gerekliliği üzerinde şekillenmiştir. Yazar, sanılanın aksine okulu gereksiz bir sistem olarak görmemektedir. Fakat sistemin uygulamadaki yetersizliklerini ve teorideki hatalarını pratiğe verdiği zararları da gözler önüne sermektedir. Öğretimin kalitesine ayrılması gereken bütçeler, ütopik bir hayal olarak okullaştırılma projelerine ayrılmaktadır. ‘’Özel müfredat, ayrı sınıflar ya da daha uzun ders saatleri ise ancak daha pahalıya mal olur ve daha büyük ayrımlara sebebiyet verir.’’ (Illich, s. 18) Ancak bu bütçeler okullaştırılma için yetersiz olduğu kadar gereksiz de görülmektedir. Zira kaliteli bir eğitim ve öğretim yapılmadığı sürece bu eğitimi alanların sayısının ne kadar olduğu basit bir istatistikten başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında yazara hak vermek mümkündür. Zira sürekli olarak değişim gösteren, değişim göstermek zorunda olan fakat bu değişimleri mantıklı reformlar çerçevesinde gerçekleştirmeye sistemler, bütçelerini hayati öneme sahip noktalara taşımak yerine biçimsel olarak fayda sağlayacağı düşünülen yerlere aktarmaktadırlar. Farklı sosyoekonomik düzeydeki çocuklar, eğitimdeki eşitsizlikler nedeniyle eğitim olanaklarının çoğundan mahrumdurlar. Okulun zorunlu tutulması ve yetenekleri temel almayan müfredatlar, yeteneğini ortaya çıkarmak isteyen öğrenci için tamamıyla bir engel teşkil etmektedir. Bu durum eşit eğitim fırsatı için de bir engel olarak görülmektedir. Okul sistemi, eşit şanslar vermek yerine imkanların dağılımını kendi bünyesinde toplayarak tekelleşmiştir. Yazarın kendi görüşleri neticesinde tespit ettiği bir başka sorun ise öğrenme kavramının öğretme kavramı sonrası ortaya çıktığı yanılgısıdır. Öğretme eylemi belirli durumlarda fayda sağlayabilmekle beraber genellikle bu alanın bir gerekliliği olarak görülmemiştir. Çünkü Illich, insanların sahip oldukları bilgilerin çoğunu okul dışında edindiğine inanmaktadır. Branş temelli eğitim topluluklar içerisinde ilgi gören uygulamalardan biridir. Ancak yazarın görüşüne göre branş temelli eğitimin önündeki en büyük engel, tekeli elinde bulunduran öğretmenler ve kendi meslektaşlarını koruyan sendikalardır. Sendikaların amacı eğitimcilerin haklarını koruyabilmek olduğuna göre ve branş eğitimi de alanında uzmanlaşmış öğretmenler tarafından verildiğine göre bahsi geçen branşlarda uzmanlıktan uzak olan, tamamen gündelik genel geçer bilgiler ve uygulamalara dayalı öğretim yapan bireylerin branş eğitimi vermesi ne kadar kabul edilebilir bir durum olabilir ki? Okul temelli öğretim, özellikle müfredat konusuyla ilintili olduğundan dolayı pek çok okul, yetenek öğretimi için yetersiz olarak görülmektedir. Müfredatların içerdikleri öğretme yöntemleri tekdüzeleşmiş ve sıradanlaşmıştır. Eski zamanlarda bir ayakkabı tamircisi, çıraklık eğitimi verdiği zaman ve çırak da ustalık kabiliyetine ulaşmadığı zaman bu bir sorun olmazdı. Her şeye rağmen çıraklık seviyesinde kalmış olsa bile hâlâ ayakkabı tamirine yardımcı olabilirdi. Ancak günümüz eğitim anlayışında öğrenci, öğrendiği bilgileri belirli bir seviye çıkaramazsa eğer, öğrendiği bilgiler genel geçer olmakla birlikte öğrencinin gündelik hayatına nüfuz edemeyecektir. Yazar, görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır:‘’Tek başına tekrara dayalı bir öğretimde gösterilecek ısrar bir felakete neden olabilir; öğrenmenin diğer çeşitlerine de eşit derecede özen gösterilmelidir.’’ (Illich, s. 30) Okul aracılığıyla müfredatlarda yer edinmiş ve tüm günü kapsayan eğitimin önemi günümüzde azalmaktadır. Öğrenme ve öğretme kavramının niteliğini artırmak için tüm kurumların farklı yöntemler bulmaları ve eğitimin niteliğini artırmaları gerekmektedir. Bu görüşün doğruluğu günümüz eğitim sistemleri içerisinde hissedilmektedir. Öğrencilerin odak sürelerinin hesaplandığı ve kısıtlı bir zamanın olduğu göz önünde bulundurulursa yazara hak vermek mümkündür. Çocuklar, yaşlarına göre kategorize edilerek eğitim görmektedirler. Bu durum da üç önermeye dayanmaktadır: Çocukların okula ait olduğu, okulda öğrendikleri ve çocuklar için eğitimin sadece okulda mümkün olduğudur. Elbette ki sorgulanabilir tarafı olmakla birlikte çocuğun eğitim görebilmesi için belirli bir disiplin içerisinde yetişmesi gayet olağan bir durumdur. Yazarın konu hakkındaki tutumu belirli bir öneriye sonuçlanmadığına göre şu an için üzerine tartışılmayı gerektirmeyecektir. Kategorize edilen öğrenciler, akranlarıyla aralarındaki ekonomik durumdan etkilenerek kendilerinden üstün gördükleri arkadaşlarıyla rekabet edemeyeceklerdir. Çözüm olarak sunulan öneri ise okulların devletle ilişiğinin kesilmesi olmuştur. Yaklaşımın tutarlı ve elde tutulabilir bir yanının olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira akran eğitimi günümüzde de bilindiği üzere öğrencilerin motivasyonlarını artıran ve öğrenim süreçlerine katkıda bulunan bir uygulamadır. Bir diğer görüşe göre ise bireyler, sahip oldukları bilginin çoğunu okul dışında öğrenmekte ve bu öğrenmeleri de öğretmene rağmen yapabilmektedirler. Konuşma, düşünme, sevme, hissetme, oynama vs. gibi beceri ve durumların gündelik hayatın içerisinde öğrenildiği, öğretmen olmaksızın da eğitim ve öğretim yapılabildiği iddia edilmiştir. Fakat bu görüşün sığ bir düşünceyle birleştiği ve bu düşüncenin neticesinde basit şekillerde örnekler verildiği açıktır. Zira okullar tüm becerileri öğretebileceklerini iddia etmemektedirler. Öğretmenlerin ise bir öğreticiden ziyade öğretme sırasında yol gösterici oldukları açıktır. Öğretmenlerin mesleki olarak bir ‘iş’ gözüyle yaklaşımda bulunduklarını söylemek de aynı derecede bir yanlışlık içermektedir. Çocukların tarihsel süreç içerisinde çocukluktan muaf oldukları ve birer yetişkin gibi görüldüklerinden bahsedilmektedir. Eğitimdeki yaş ve devam zorunluluğu, eşit şartlar altında çocukluklarını yaşamayan çocukların problemlerinden biridir. Çocuklar yaş kategorilerine ayrılarak kendilerinden daha üstün, otoriter bir öğretmenin boyunduruğu altına alınmıştır. Öğretmen, bir öğretici olarak görülmüştür. Fakat yazar, yapılandırmacı yaklaşımla beraber öğrencinin süreç içerisine dahil edildiğini ve öğretmenin bir öğreticiden ziyade bir kılavuz olduğu gerçeğini görmemektedir. Öğretmenin, öğretme aracını bir kazanç kapısı olarak gördüğünü belirtmiş ve sendikalaşmasını da buna örnek olarak göstermiştir. Ama ortada bariz bir yanılgı varsa o da şudur ki gönüllülük esas alınarak bir eğitim yapılamayacağı gibi sendikalaşma olmadan da öğretmen haklarının yeterince savunulamayacağıdır. Okullar, temel olarak metalaşmış ve ekonomik bir kapital sistemin çarkı hâline gelmiş kurumlardır. Okullaşma süreci, tıpkı kiliselerde olduğu gibi bir ritüelleşme sürecine girmiştir. İşlevselliği, doğruluğu ve gerçekçiliği sorgulanmadan, zorunlu süreç olarak ekonomik bir ekosistemin parçasına dönüşmüştür. Okulun ihtiyaç olduğu kabul edildiği takdirde bireyler birer av hâline gelmektedirler. Ticari olarak metalaşan ve bir iş sektörü hâline gelen okul, müfredat pazarlamakla suçlanmaktadır. Notlandırma ritüelleri, öğrencileri okula bağımlı kılmaktadır. ‘’Okul, öğrencinin her şeye gücü yetme konusundaki eksiklik duygusuyla büyümesini, öğretmene aşağılayıcı bir bağlılıkta bulunma gerekliliği ile birleşmektedir.’’ (Illich, s. 65) Bir israf kaynağı olarak görülerek bireyleri bazı kurumlarda çalışmalarının uygun olacağına dair inandırmaktadır. Okul bir işveren olarak görülmüştür. Belirli koşullar altında tüketilen değerli bir meta olan bilgiyi ürettiğini iddia eden kurumun, ortadan kaldırılması gerekmektedir. ‘’Okullar, öğrenmenin müfredata dayalı öğretme ediminin sonucu olduğu yolundaki sahte hipoteze dayanmaktadır.’’Okulların alternatif bir rotası bulunmamaktadır. Zorunlu, açık uçlu ve rekabete dayalı bir sistemdir. Genel olarak bu eleştirilere bakarak çeşitli değerlendirmelerde bulunabilmek mümkündür. Okulun metalaşarak ekonomik bir çarkın parçası olduğunu söylemek haksızlık olacaktır. Zira günümüzdeki tüm faaliyetler birer ekonomik araç olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bunu özele indirgeyerek sadece okul kurumuna dair bir sorun olarak görmek yanlış bir tutumdur. Okullar, birer zorunluluk olmamakla birlikte, bireylerin belirli düzeylere gelene değin eğitim görebilecekleri kurumlardır. Bireyleri, gerekli görüldükleri zamana kadar barındırarak bünyelerindeki öğretmenlerle birer kılavuz rolü görürler. Notlandırmalar konusunda çeşitli ülkelerde farklı görüşler bulunsa da henüz öğrencilerin yeterlilik düzeylerini tespit edebilecek %100 kullanışlı bir yöntem bulunmamaktadır. Yazarın, durumla ilgili bir öneride bulunamaması da dikkate değer bir noktadır. Müfredata dayalı öğretim, eğitimin planlı bir süreç olması için hayati bir önem taşımaktadır. Rastgele yapılan bir eğitim kalıcı olmayacaktır. Okulların alternatif bir rotasının bulunmadığı varsayımı toplulukların okul kurumuna olan bağıyla ilgili bir durumdur. Ve bu konuda yazara hak vermek mümkündür. Okul kurtuluşun tek çaresi olarak görünmekte ve girişimcilik olayları birer risk olarak empoze edilmektedir. Rekabete dayalı eğitim konusunda da yazara katılmamak mümkün değildir. Öğrenciler, hayatları boyunca öğretmene ihtiyaç duyacakları bir şekilde yetiştirilmektedirler. Bu ihtiyaç neticesinde okul ve öğretmen kavramı aileler ve toplumlar için vazgeçilmez nesneler hâlini almışlardır. Okul sistemleri her ülkede benzerlik arz etmektedir. Kaliteli bir eğitim için üç amacın gerçekleştirilmesi gerektiği savunulmuştur: ‘’Yaşamın herhangi bir anında mevcut kaynaklara ulaşmak suretiyle bir öğrenim gerçekleştirmek isteyen herkese imkân sağlamalıdır; bilgi sahibi olan, bu bilgilerini paylaşmaları konusunda kendilerinden bir şeyler öğrenmek isteyenleri bulmalarına yetki tanımalıdır; halka, yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlayabilecek bir imkân olarak, bir konuyu onlara sunmak isteyenler için gereken her türlü olanağı sağlamalıdır.’’ (Illich, s. 96-97) Öğrencilerin bir müfredat programına katılmaları zorunlu tutulmamaları ve diploma, sertifika gibi araçların bir ayrıcalık olarak görülmemesi gerektiği dile getirilmiştir. Öğretmenin profesyonel uygulama alanına müdahalede bulunan ders kitaplarını kıskandığı belirtilmiştir. Öğretmenin verdiği en önemli hizmetin birer nasihat ve öğüt olduğunun itiraf edildiği iddia edilmektedir. Okullarda öğrenciler tarafından sıklıkla kullanılabilecek materyaller ve eğitim araçları, artan maliyetleri nedeniyle öğretmenler ve okul yöneticileri tarafından kısıtlanmaktadır. Ayrıca bu eğitim araçları gündelik yaşamda da kullanılabilecekken sadece okul içerisine hapsedilerek kullanım alanları sınırlandırılmıştır. Öğretici-öğrenen ilişkisinde ortak olan şey ilişkinin bir ücrete dayanmamasıdır. Ortaya çıkan imtiyazların her iki tarafa da ortak olarak dağıtılması gerekmektedir. Son olarak bu söylemlerin açıklamasını yapmak gereklilik arz etmektedir. Öğrencilerin bir zorunluluk olarak öğretmenlerin himayesinde olmadıkları, öğretmenin bir yol gösterici olarak öğrencilere eşlik ettikleri daha önceki açıklamalarda verilmiştir. Ailelerin ve toplumun, okul ve öğretmen kavramlarını vazgeçilmez nesneler olarak görmeleri, bu kavramlara olan saygının bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Okul sistemlerinin benzerlikleri konusu ise ayrı bir muammadır. Zira ‘’müfredatlar’’ ve eğitim anlayışları ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Eğitime yapılan yatırımlar ve özgün bir program ortaya koyma çabaları da bu düşünceyi destekler niteliktedir. Müfredatların zorunluluğu konusu tartışmaya açıktır. Bu konuda yorum yapmak, müfredat programlarını hazırlayan kurumlara kalmıştır. Fakat diploma ve sertifikaların gerekliliğini açıklayacak olursak, bilgili ile bilgisizi ayıran, yeterlilik ve yetersizliği belirlemede önemli araçlar oldukları su götürmez bir gerçektir. Herkesin herkese eğitim verebilmesi ve bu eğitimin nitelikli olacağını düşünmek ütopik bir hayaldir. Öğretmenin ders kitaplarını kıskandığını söylemek haksızlık olsa bile kimi zaman öğretmenlerin müfredatlara ve kitaplara bağımlı kalmadan kendi eğitim anlayışlarını yansıtmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu olayın bir kıskançlık mı yoksa gelenekçi eğitim modelinin uygulanmasının daha kolay oluşu mu olduğu belirsizliği korumaktadır. Öğretmenlerin verdiği en önemli hizmetin sadece nasihatler olduğunun itiraf edilmesi durumu ise tamamen gülünüp geçilecek bir husustur. Lakin materyallerin yeterince kullanılmaması ve maliyetleri dolayısıyla öğrencilerden esirgenmesi yazarın haklı olduğu konulardan biridir. Materyaller aracılığıyla yapılan öğretimin etkili oluşu araştırmalar sonucunda tasdik edilmiştir. Öğretmen ve öğrencilerin arasında ücrete dayalı bir ilişkinin olmaması söylemi ise akıllarda bir soru işareti oluşturmaktadır. Gönüllük esas alınarak yapılan eğitimin mümkün olmadığı önceki bölümlerde yazara karşı bir eleştiri olarak belirtilmişti ancak yazarın sonraki kısımlarda kendi düşüncelerine ters düştüğü de görülmüştür: ‘’Okul öğretmenleri son derece düşük ücret almaktadırlar ve okul sisteminin sıkı kontrolü altında boğulmaktadırlar.’’ Genel olarak incelenen kitabın ütopik söylemlerle donatıldığı, yapılan eleştirilere bir öneri sunulmadığı gözlemlenmiştir. Yaşam boyu öğrenme modeli haksız eleştirilerle ortaya konmaya çalışılmıştır. Kimi zaman haklı noktalar bulunsa da yapılan eleştiriler bu noktaları gölgede bırakmıştır. Okul kurumu bir işletme, öğretmenler ise öğrencileri kendilerine bağımlı kılan çalışanlar olarak görülmüştür.
Okulsuz Toplum
Okulsuz ToplumIvan Illich · Şule Yayınları · 20183,966 okunma
·
106 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.