Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Birden düşümde koltuğa oturmuş durumda tabancayı elime aldığımı ve kalbime, başıma değil kalbime dayadığımı gördüm; oysa önceden kesinlikle tam şakağıma ateş etmeyi düşünmüştüm. Göğsüme tabancayı dayadıktan sonra bir iki saniye bekledim; mum, masa karşımdaki duvar birden hareket etmeye, dalgalanmaya başladı Hemen tetiğe dokundum. Bazen düşünüzde yüksekten düştüğünüz, bıçakla delik deşik edildiğiniz ya da dövüldüğünüz olur, ama asla acı duymazsınız, karyolaya çarptıysanız başka, o zaman acıyı hissedersiniz, her zaman da acıdan uyanırsınız. Benim düşüm de böyle oldu: Acı duymadım, ama tetiği çekmemle birlikte, tepeden tırnağa sarsıldığımı hissettim, her şey bir anda karardı ve çevremi korkunç bir karanlık kapladı. Gözlerim görmüyor, kulaklarım duymuyordu sanki. Sert bir şeyin üzerinde sırtüstü yatıyordum; görmüyordum, en ufak bir hareket yapamıyordum. Çevremde dolaşıyorlar, bağırıyorlardı; sonra sesler kesildi, kapalı bir tabutta taşıyorlardı beni. Tabutun kalkıp inişini hissediyordum, bunu düşünüyordum ve birden ilk kez bir düşünceyle sarsıldım, evet, ölmüştüm, tamamıyla ölmüştüm, en ufak kuşkum yoktu. Ne görüyor, ne de kımıldıyordum; ama hissediyor, düşünebiliyordum. Sonra çok geçmeden bu düşünceyle hemen yatıştım, her düşte yaşandığı gibi alışkınca, tartışmasız, gerçeği kabul ettim. İşte, beni defnediyorlar, görüyorum. Herkes uzaklaşıp gittikten sonra tek başıma kaldım. Hareket edemiyordum. Önceleri beni toprağa verdiklerini düşündüğümde, mezar imgelemimde nem ve soğuk duygusuyla birleşirdi hep. Şimdi de böyleydi, çok üşüdüğümü, özellikle ayak parmaklarımın ucunun üşüdüğünü hissediyordum, başka da hiçbir şey... Yatıyordum, işin tuhafı, ölülerin bir beklentisi olamayacağını kesinlikle kabullenerek hiçbir şey yapmadan bekliyordum. Ama nem boğucuydu. Ne kadar zaman geçmişti -bir saat, birkaç gün ya da daha fazla mı- bilmiyordum. Ansızın, kapalı olan sol gözüme tabutun kapağından sızan bir su damlası düştü, bir dakika sonra bir daha, dakikada bir damlıyordu. Birden korkunç bir öfkeye kapıldım, ardından fiziksel bir acı duydum: "Bu, yaram!" diye düşündüm. "İşte ateş ettiğim yer, işte kurşun..." Su her dakika kapalı gözüme damla damla düşüyordu. Birden seslendim, sesten farklı bir şeydi bu, çünkü hareketsiz yatıyordum, bütün gücümle başıma gelenlerin suçlusu O yüce kudrete seslendim: "Sen kim olursan ol, eğer varsan ve şimdi olanlardan daha akla yatkın bir şeyler varsa, ne olur burada gerçekleşmesine izin ver! Eğer sen sonraki hayatın rezilliği ve saçmalığıyla o akılsız intiharım yüzünden benden öç almayı düşünüyorsan, bil ki çileci yalnızlığım milyonlarca yıl sürse de, uğrayacağım en korkunç işkence, sessizce hissedeceğim o aşağılanmayla hiçbir zaman kıyaslanamaz!" Böyle seslendim ve sustum. Bir dakika kadar tam bir sessizlik oldu, gözkapaklarıma bir damla daha düştü, şimdi her şeyin kesinlikle değişeceğini sınırsız ve sarsılmaz biçimde biliyor ve buna inanıyordum. Birden mezarım açıldı, daha doğrusu açılmış mıydı, yoksa kazılmış mıydı, bilmiyorum, ama karanlık, meçhul bir varlık beni çekip aldı ve kendimizi bir anda boşlukta bulduk. Birden kendime geldim: Koyu karanlık bir gece vardı, asla, asla böyle bir karanlık olamazdı! Yeryüzünden uzaklaşarak hızla boşlukta yol alıyorduk. Beni taşıyan varlığa hiçbir şey sormuyordum; gururluydum ve bekliyordum. Bir yandan da korkmadığıma kendimi inandırmaya çalışıyordum, korkmadığım düşüncesine hayranlıktan adeta uyuşmuştum. Ne kadar zaman gittik hatırlayamıyordum: Her şey tıpkı, zamanı ve mekânı, var oluşun ve aklın yasalarını atlayıp geçtiğin, sadece yüreğinin hayal ettiği noktalarda takılıp kaldığın düşler gibi gerçekleşiyordu. Karanlıkta küçücük bir yıldız gördüğümü hatırlıyorum. "Sirus mu?" diye sordum, elimde olmadan çıkmıştı bu ses; oysa hiç konuşmak istemiyordum. Beni götüren varlık: "Hayır!" diye karşılık verdi. "Evine dönerken bulutların arasından gördüğün yıldızın ta kendisi!..." İnsan suretinde bir varlık olduğunu biliyordum. İşin tuhafı, bu varlıktan nedense hoşlanmamıştım, derin tiksinti bile duydum. Aslında kalbime ateş etmekle tam bir yok oluş bekliyordum. Oysa şimdi kuşkusuz insan olmayan, ama canlı bir varlığın kollarındaydım. Düşün garip anlamsızlığı içinde: "Öyleyse ölümün ötesinde de bir hayat var!" diye düşündüm bir an, ama yüreğim özsel olarak tüm derinliğiyle benimle kalmıştı: "Yeniden var olacaksam, birinin karşı konulmaz iradesine göre yeniden yaşayacaksam yenilmeyi ve aşağılanmayı asla istemem!" Bu sözleri içimden geçirdim tabii. "Senden korktuğumu biliyorsun ve bu yüzden küçümsüyorsun beni!" dedim, içinde itiraf bulunan bu sözlerden kendimi alamayarak ve bu aşağılanmayı kalbimde iğne yeri gibi hissederek söylemiştim yol arkadaşıma. Karşılık vermedi, birden beni hor görmedikleri, alaya almadıkları, bana acımadıkları, yolumuzun yalnızca beni ilgilendiren bilinmeyen, gizemli bir amacı olduğu duygusuna kapıldım. İçimdeki korku gittikçe yoğunlaşıyordu. Sessiz yol arkadaşımdan dilsiz, ama acıtan, adeta içime işleyen bir ileti alıyordum. Karanlık, ıssız bir boşlukta hızla yol alıyorduk. Bildik takımyıldıızlar çoktan geride kalmıştı. Uzayda ışınlarını binlerce, milyonlarca yıl yeryüzüne ulaştıran yıldızların olduğunu biliyordum. Belki de bu boşlukları geride bırakmıştık. Yüreğimi daraltan korkunç, bezdirici acıyla bir şeylerin olacağını bekliyordum. Birden çok tanıdık, beni adeta çağıran bir duyguyla sarsıldım: Birden güneşimizi görmüştüm! Dünyamızı yaratan Güneş olamazdı bu; bizim Güneşimizden sonsuz uzaklıklarda bulunuyorduk, ama nedendir bilinmez bizim Güneşimizin bir eşi, tekrarı olduğunu bütün varlığımla hissediyordum. Tatlı, beni çeken, çağıran bir duyguyla yüreğim sevinçle yandı: Beni yaratan o dünyanın güccü yüreğimde yankılanıyordu, onu yeniden canlandırmıştı, ölümümden sonra ilk kez eski hayatımın gücünü hissettim. "Ama bu Güneşse, bizim Güneşimizin aynısıysa, evet, gerçekten de aynı Güneşse!" diye haykırdım. "Peki, o zaman Dünya nerede?" Yol arkadaşım bana karanlıkta bir zümrüt gibi parıldayan küçük bir yıldız gösterdi. Doğruca o yöne gidiyorduk. "Evrende böyle tekrarlar acaba mümkün mü, böyle bir doğa yasası olabilir mi? Eğer orada böyle bir dünya varsa, bizim dünyamız gibi olabilir mi? Tamamen aynı, mutsuz, zavallı ve aynı zamanda değerli, sonsuzca sevilen ve bizler gibi en soysuz evlatlarında bile o acı çektirici aşkı doğuran aynı dünya olabilir miydi?" Terk ettiğim o eski dünyama duyduğum coşkulu, karşı durulmaz bir aşkla sarsılarak böyle haykırmıştım. Önümde incittiğim o zavallı kız çocuğunun hayali belirmişti. "Her şeyi göreceksin!" diye yanıt verdi. Sesinde bir çeşit hüzün vardı. Gezegene hızla yaklaşıyorduk. Önümüzde gittikçe büyüyordu. Okyanusu, Avrupa'nın sınırlarını artık seçiyordum, birden içimde tuhaf, yüce ve kutsal bir kıskançlık duygusu alevlendi: Böyle bir tekrar nasıl olabilirdi, neden? Seviyorum, ben, soysuz herif, kalbime ateş ederek hayatımı ebedi olarak söndürürken üzerine kanımı bulaştırdığım, o terk ettiğim dünyamı sevebilirim ancak. Asla, evet, asla o dünyayı sevmekten vazgeçmedim, o gece ondan ayrılırken bile her zamankinden daha acı veren yoğunlukta sevmemiştim. Bu yeni dünyada acı var mı? Bizim dünyamızda salt acı çekerek sevebiliriz, evet, sadece acı yoluyla!... Başka türlü sevmeyi beceremeyiz, başka sevgi bilmeyiz. Sevmek için acı çekmek istiyorum. Gözyaşları dökerek, terk ettiğim dünyayı tüm susuzluğumla öpmek istiyorum, hayır, kesinlikle başka bir hayatı kabul etmek istemiyorum! Yol arkadaşım nihayet beni bıraktı. Birden ne olduğunu anlamadan cennet gibi, güneşli harika bir günün göz alan parlaklığında başka dünyada buluverdim kendimi. Ayaktaydım. Dünyamızdaki Yunan takımadalarını oluşturan adaların birinde ya da bu takımadalara bitişik anakaranın kıyısında bir yer gibi gelmişti bana. Ah, her şey tıpkı dünyamızdaki gibiydi; ancak bir farkla, yüce, kutsal bir şölenle ve nihayet ulaşılmış bir utkuyla parlıyordu her yer, zümrüt yeşili dingin bir deniz usul usul kıyılara vuruyor, handiyse bilinçli bir sevdayla öpüyordu kıyıları. Renk renk çiçeklerle kaplı harika ağaçlar bütün ihtişamlarıyla dikiliyordu; gür yaprakları, huzur veren, kulağı okşayan hışırtılarla aşk sözcükleri fısıldıyormuş gibi beni selamladıklarına emindim. Çimenler parlak mis kokulu çiçeklerle ışıldıyordu. Kuşlar sürü halinde gökyüzünde uçuyor, hiç ürkmeden gelip gelip omzuma, kollarıma konuyor, sevimli, titreşen kanatlarıyla sevinç içinde bana dokunuyorlardı. Ve sonunda bu gezegenin mutlu insanlarını gördüm ve tanıdım. Yanıma geldiler, hemen çevremi aldılar, kucaklayıp beni öpmeye başladılar. Güneş çocukları kendi güneşlerinin çocukları- ah, ne kadar da güzeldiler! Bizim dünyamızda böylesi insan güzelliği hiç görmemiştim. Olsa olsa çocuklarımızda bebeklik çağında bu güzelliğin zayıf bir yansıması olabilirdi. Bu mutlu insanların gözleri parlak bir ışıkla yanıyordu. Yüzleri zekâyla, bir çeşit dinginliğe varmış bir bilinçle ışıyordu. Yüzlerinde şen bir anlatım vardı; konuşmalarında çocuksu bir sevinç çınlıyordu. Ah, yüzlerine daha ilk bakışta, her şeyi, evet, her şeyi anlamıştım! Bu dünya Adem ve Havva'nın günahlarıyla kirlenmemişti; bu insanlar günah nedir bilmiyorlardı, tüm insanlığın mitlerine göre, Adem ve Havva'nın yaşadığı cennet gibi bir yerde yaşıyorlardı, tek bir fark vardı: Bu dünyanın her tarafı cennetti. Bu varlıklar sevinçle gülümseyerek etrafımı alıyor, sevip okşuyorlardı; barınaklarına götürdüler, her biri beni avutmak için sıraya girmişlerdi sanki. Bana hiçbir şey sormadılar, her şeyi sanki biliyor gibiydiler, bana öyle gelmişti, yüzümdeki ıstırabın izini bir an önce silmek için adeta yarış ediyorlardı. Beni yine dinleyin: Peki, bu yalnızca düş olsun! Ama bu saf ve güzel insanların sevgi duyguları sonsuza dek benimle kaldı, sevgilerinin şimdi oradan bana aktığını hissediyorum. Onları gördüm, tanıdım ve onlara inandım, onları sevdim; onlar için acılar çektim. ...
Sayfa 777 - 778, 779, 780, 781, 782 Yapı Kredi Yayınları
·
122 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.