Tanpınar; varlığı bir dert yokluğu yara...Geçtiğimiz günlerde internette Hasan Ali Öztürk isimli bir gazetecinin köşe yazısını okudum. Tanpınar ile ilgili şöyle söylüyordu. "Tanpınar okumuş olmakla okumamış olmayı, yetmişli yıllarda dilimize pelesenk olmuş bir şarkının, "para" eklentili, "varlığı bir dert yokluğu yara" sözüyle yakın görüyorum nedense. Öyle ki Tanpınar okumamış olmanın eksikliğini birileri bir yerde/zamanda mutlaka hissettirecektir bize. Buna karşılık, Tanpınar'ı okumak da kişinin kendi kendine edindiği bir derttir."
Gerçekten de özellikle hikayelerini okuduğumda Tanpinar'ın kasidikca daha çok kaşınan bir yara gibi insanın içini gıcıkladığını düşünmedim değil.
Romanlarında daha çok siyasi ya da fikri meselelere deginiyormus gibi görünen Tanpınar hikâyelerinde ise elindeki kamera ile Freud'un gözlem yaptığı vakalarını çekiyormuş gibi insan ruhunun inceliklerine dokunuyor.
Benzer dönemin yazarlari olmasına karşılık Abdülhak Şinasi Hisar'ın naif ve nostaljik tavrı Tanpinar'da yok. O daha çok büyülü gerçeklik akımının ağır beton temel direklerini Türk edebiyatina dikmek için sisli, loş ışıklı, derin ormanlardan sesleniyor gibi.
Kitabın içindeki hikayelerden en çok Evin Sahibi hikayesini beğendim. Orda Tanpınar'ın çocukluğunu, gençliğini, yasanmamışlıklarını, hep dert yandığı parasızlığını, kurcalamayi sevdiği nefis terbiyesini, bir türlü bulamadığı huzurun adresi olan İslamiyet'in bu coğrafyalarda nasıl yanlış anlaşıldığını, kendisinin de bununla müşerref olamadığını izliyoruz.
Bir de daha önce kitaplara alınmamış fal öyküsü vardı. Onu da çok beğenmiş olmama rağmen hikayede geçen isimlerin hangi romanlara gönderme yaptığını bulamadığım için bir miktar üzüldüm.
Son olarak Tanpınar' ı tavsiye etmek gibi bir hadsizlik yapamayacagima göre okuyanlara iyi okumalar dileyerek incelemeyi sonlandirayim.