Bugün dedemin saati bana miras kaldı. Bir garip adamdı, saatinin pili bitince pil taktırıp kullanmak yerine saat takmaktan vazgeçerdi. Kaldırmış koymuş bir kutuya saatini. Hayat ince tevafuklardan ibaret hakikaten. Kol saatinin durduğu âna gözüm çarptı. Hastaneden bizi vefat haberi için aradıkları saatle aynıydı. Belki de üzüntüden fazla anlam yüklüyorum ama sanki kader filminde önceden ima edilmiş ölüm zamanı. Hiçbir şey ifade etmese de bu durum, insan üzülmeye ve anmaya sebepler arıyor işte.
İnsan hayata ne bırakabiliyor ki? Bir saat, bir tespih ve de birazcık nasipliyse ölmek üzere başka insanlar. Ciddi bir şekilde düşününce bunu, ne kadar korkunç bir fikir haline geliyor. Allah biliyor ya! Bu zamana kadar ölümden hiç korkmadım. Hâlâ da pek korktuğumu söyleyemem ama geride kalmaktan hep korktum. İnsanları toprağın bağrına bırakıp dönmek, sadece özlem ve yoksunluk hissi doğurmuyor insanda. Ölenin çaresizliğine bakarken kendi haline takılıp düşüyor insan. Böyle düşünce, zaman zehrinin damarlarımızda yavaş yavaş akışıyla yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Şifasız bir zaman hastalığına tutulduğumuzu fark edip dünya yatağındaki hasta halimizin manzarasıyla yüzleşmek ancak ölümü seyretmekle gerçekleşiyor. Ölümü hatırlamak, kendimizi hatırlamaya yetmiyor. Şahit olmamız gerekiyor ki kendimize de eceli yakıştıralım. İyice görebiliyorum artık saçıma, sakalıma düşen birkaç akın, umutla arasının bozuk olduğunu.
İrtihal hali zamanı durdurduğunda, belki de acıyı bastırmak için akıl takılıp kalıyor "Benden ne kalır dünyaya?" sorusuna. Buna cevap verebilmek için sanırım biraz daha yaşamam lazım. Bu soru, başkasını bilmem ama benim kelimelerimi yetersiz bıraktı. Ömrüm tükenmeden önce bu soruya cevap biriktirmek zorunda hissettim kendimi...