Gönderi

478 syf.
·
Puan vermedi
Okay (1931-2017), İslam Ansiklopedisi’nin on altıncı cildinde yazdığı ‘’hatırat’’ başlıklı madde başında ilk olarak hatıratın, edebi bir kavram ve terim olduğundan ve ilk örneklerine tarihsel değeri yüksek metinlerin içerisinde bulabileceğimizden söz eder. Söz konusu metinler tarih, seyahatname, rûzname, menâkıp, tezkire, muhtıra ve mektuplardır. Okay, yazısının devamında hatıratın bir kelime olarak Osmanlı Türkçesinde yer edinişinden ve etimolojik yapı çözümlemesinden söz eder. Okay’a göre, hatırat kelimesi XIX. yüzyılda Avrupalı devletler ile -özellikle Fransa- kurulan gerek diplomatik gerek diğer siyasi ve entelektüel temaslar sonucunda Fransızcadaki ‘’mémoires’’ kelimesine bir karşılık olarak Arapçadan Türkçeye devşirilen ‘’müzzekirât’’ ve ‘’zikreyât’’ kelimelerinin kullanılmaya başlanmasıyla yerleşir. Hatıratın otobiyografik bir anlatım türü olduğunu vurgulayan Okay, söz konusu yazısının sonlarına doğru edebiyatımızda kaleme alınmış hatırat örneklerine kronikleştirilmiş bir anlatım yöntemi ile örneklerin kendilerine has özelliklerine dikkat çekerek değinir. Okay’ın söz konusu yazısında değindiği bir diğer önemli husus ise, hatırat yahut hatıra kelimelerine bir karşılık olarak ‘’anı’’ kelimesinin son yıllarda kullanım olarak tercih edildiğidir. Okay (1931-2017), İslam Ansiklopedisi’nin on altıncı cildinde yazdığı ‘’hatırat’’ başlıklı madde başında ilk olarak hatıratın, edebi bir kavram ve terim olduğundan ve ilk örneklerine tarihsel değeri yüksek metinlerin içerisinde bulabileceğimizden söz eder. Söz konusu metinler tarih, seyahatname, rûzname, menâkıp, tezkire, muhtıra ve mektuplardır. Okay, yazısının devamında hatıratın bir kelime olarak Osmanlı Türkçesinde yer edinişinden ve etimolojik yapı çözümlemesinden söz eder. Okay’a göre, hatırat kelimesi XIX. yüzyılda Avrupalı devletler ile -özellikle Fransa- kurulan gerek diplomatik gerek diğer siyasi ve entelektüel temaslar sonucunda Fransızcadaki ‘’mémoires’’ kelimesine bir karşılık olarak Arapçadan Türkçeye devşirilen ‘’müzzekirât’’ ve ‘’zikreyât’’ kelimelerinin kullanılmaya başlanmasıyla yerleşir. Hatıratın otobiyografik bir anlatım türü olduğunu vurgulayan Okay, söz konusu yazısının sonlarına doğru edebiyatımızda kaleme alınmış hatırat örneklerine kronikleştirilmiş bir anlatım yöntemi ile örneklerin kendilerine has özelliklerine dikkat çekerek değinir. Okay’ın söz konusu yazısında değindiği bir diğer önemli husus ise, hatırat yahut hatıra kelimelerine bir karşılık olarak ‘’anı’’ kelimesinin son yıllarda kullanım olarak tercih edildiğidir. (Kişi, an içerisinde bilinçsizdir, yaşadıklarının bilincinde değildir. Ancak o anın dışına çıkıp o ana geri döndüğünde bilinç kazanır, bilinçli hale gelir. Anın üzerinden bilinç sahibi olmak vesilesiyle an denilen bu süre, esasen kişinin bilincini örten bir örtüdür. Kişi, anın dışında ana her geri dönüşünde bir bilince sahip olmak için sürekli o örtünün arkasına bakar ve örtüyü tamamen kaldırdığında bilince ulaşır. Ancak unutulmamalıdır ki kişi, bu bilinci elde etse dahi elde ettiği bilinç, yedek bir bilinçtir. Ve akışta kişi, bu yedek bilinci sürekli terk eder.) Anı türü, felsefe ile olduğu kadar kronolojik verileri aktarması açısından tarih ile de ilişki içerisindedir. Tarihi bir vakayı bir tarihçinin baktığı metotlu çerçevenin dışındaki hususiyetleri ile kendi gününe ulaştırır. Bazı anı vesikalarının doğrudan birer tarihi belge olma özelliği taşıdığı gibi bazılarının da yazarının bakış açısından verilen bilgiler ile sınırlı kaldığı gerekçesiyle tarihçi için ana kaynak olma, bir tarihi belge olma özelliğini yitirir. Ancak bu durum bir tarihçi için bir anı vesikasının kayda değer olmaktan uzaklaştığı anlamında da gelmez. Yine de tarihçi bu söz konusu vesikayı araştırmaları için bir yan kaynak olarak kullanmaya devam edebilir. Anı türü, bilim ve sanat sahasında edebiyat, felsefe ve tarih bilimi ile yakın ilişkiler içerisinde olduğu kadar psikoloji ile de bağıntılıdır. Anı türünün psikoloji ile bağıntısını bizce ‘’nostalji’’ kavramı açıklamaya gayet müsaittir. Cassin (1947-), ‘’nostalji’’nin Yunanca bir kelime olmadığını vurgulayarak ‘’geri dönüş acısı’’ olarak tanımlar. Ancak bu açıdan bakıldığında geri dönmek her ne kadar fiziki bir eylem olarak ilk etapta düşünülse de anmak yahut hatırlamak eylemi düşünüldüğünde soyut bağlamda zihinde fikri olarak da bir geri dönüş mümkündür. Bu açıdan geriye dönük anmalar ile zihnin mutlu olabileceği yahut acı çekebileceği söylenebilir. Cassin’in genel kanaatinin nostaljinin ‘’kök salmak ve kökünden sökülmek: işte nostalji budur.’’ şeklinde ifade ettiği söylenebilir. Zihnin bir anma edimi olduğu ve özlem duygusu ile kurgulandığı düşünülen nostaljinin bu bağlamda Ayverdi’nin (1905-1993) ‘’İbrahim Efendi Konağı’’ isimli eserini yazarken nostaljiyi örtük bir biçimde de olsa temel bir hassasiyet olarak belirlediği pekâlâ düşünülebilir. Ayverdi, toplumsal hareketliliği daima bir kütle ve kitle muhasebesi dahilinde düşünür. Kütle, toplumun tarihteki görüşlerinin birer temsili olabildiği gibi, halde de bir temsilidir. Kitle ise toplumdaki türlü grup ve sınıfların bir temsilidir. Kütleleri birbirine bağlayacak ve kitleler arasındaki mukabeleyi milli, manevi ve şifahi kültür sağlar. Ayverdi’ye göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile birlikte toplumda bir kültür dezenformasyonu başlar. Bu dezenformasyondan kaçış ancak, tarihin, tarihte siyasi, sosyal hayatta şahit olunanların hatırlanmasıyla kaçılır. Ayverdi açısından bu bir öze dönüş ile bir şifalanma projesidir. Ayverdi, sadece haldekilerin değil gelecekteki nesillerinde de bu dezenformasyondan kurtarılması gerek. Bu yüzden köklerinden koparılan nesilleri tekrar köklerine kavuşturulması için anılarını kaleme alır. Ayverdi, bu bağlamda üslup açısından nostaljiktir. Günümüze değin onlarca baskısı yapılan, toplam iki ana bölümden ve yirmi dört ara bölümden oluşan ‘’İbrahim Efendi Konağı’’, anlatım örgüsü açısından ilk iki bölüm itibariyle 1909 tarihinden itibaren ve bazı geriye dönüşlerle dönemin siyasi ve sosyal tarih aktarımı ağırlıklı olup, Osmanlı İmparatorluğu’nun girdiği savaşlar ve buna bağlı olarak toplumda meydana gelen ruhi değişimler, sıkıntılar, ekonomik ve ahlaki çöküş ele alınır. Bu bölümleri takip eden bölümler de ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasına ve çöküşüne paralel olarak konaktaki hayatın da ekonomik, ahlaki problemlerle adım adım yıkılışı konu edilir. Ayverdi, ilk baskısı 1964 tarihinde yapılan ‘’İbrahim Efendi Konağı’’ isimli eserinde, eserdeki merkezi kişi olma dolayısıyla söz konusu edilen İbrahim Efendi üzerinden insanın madde-mana, sosyal-bireysel düaliteler içerisindeki yerini, dünya üzerindeki tekamülünü çok katmanlı bir yapıda okuruna ve edebiyat alemine sunar. Bu açıdan eser, konusu itibariyle Ayverdi’nin külliyatının devamlılığını sağlayan bir parçadır. Ayverdi, ‘’İbrahim Efendi Konağı’’ için yazdığı ‘’Takdim’’ yazısının başında eserin bir hikâye, bir masal, bir roman olmadığından, anlatılan olayların, olayları yaşayan kişilerin gerçek olay ve kişiler olduğundan söz eder. Ayverdi yazısının devamında, son dönem İmparatorluk Türkiye'si –bu tanım yazara aittir- içerisinde yaşayan nüfus bakiyesinin üzerinde, yaşadığı sosyal, siyasal, askeri ve ekonomik olayların yarattığı madden ve manen tesirlerin panoramasını eserin yazıldığı dönem Türkiye’sine aktarır. Ayverdi, bunun bir mecburiyet ve mesuliyet olduğunda söz eder. 19 Ağustos 2004 tarihli 3126 sayılı genelge ile T.C. Millî Eğitim Bakanlığı, Araştırma Planlama ve Koordinasyon Kurulu’nun orta öğretim kurumlarında okunması tavsiye edilen 100 temel eserden biri olarak seçtiği ’İbrahim Efendi Konağı’’ üzerine edebiyat sahasında bir anı mı yoksa bir roman mı olduğu yönünde çeşitli tartışmalar yapılır. Söz konusu eser, bazı edebiyat eleştirmenleri tarafından anı türünde yazılmış bir metin olarak kabul edilirken , bazıları tarafından da roman türünde yazılmış bir metin olarak kabul edilir. Bu hususta eserin hangi türe ait olduğu yönündeki herhangi bir görüş birliği olmamakla beraber, eser her iki türde de tahlile tabii tutulur. Ayverdi, eserlerinde insanı merkeze alıp hayatı bir bütün olarak gördüğü için "İbrahim Efendi Konağı’’ isimli eserinde de aile ve meslek hayatı içerisinde İbrahim Efendi’den hareketle yakın tarih, dönemin sosyal hayatı ve tarihi olayları en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne serer. Ayverdi, insanlığın sosyal ve siyasi tarih içerisinde yer alışı ve bu yer alışla beraber insanlığın bütüncül tekamülünü konu edinir. Bu açıdan konu ve bakış açısı bakımından insanı maddi, manevi, sosyal yönü ve insanlık içerisindeki yeri ile ele alan söz konusu bu eserde nakledilenler anlatı yönünde çok katmanlı bir yapı ihtiva eder. Eserde nakledilenler Ayverdi’nin dört yaşlarında iken torunu olduğu Hilmi Bey’in konağında ve onun dolayısıyla Hilmi Bey’in kardeşi ve annesinin amcası olan İbrahim Efendi’nin konağında görüp şahit olduklarının bir vaka dökümüdür. Eserin merkezi siması olan İbrahim Efendi, II. Abdülhamid devrinin Meclis-i Maliye Reisi’dir. Ayverdi, eserine 1909 tarihini işaret ederek başlar. Bu tarihte İbrahim Efendi seksen, Ayverdi ise dört yaşındadır. Eserde İbrahim Efendi, aile çevresi içerisinde, meslek hayatı içerisinde ele alınmakla beraber bir medeniyet ve kültürün mensubu ve kâinatın ilahi düzeni içerisindeki insanın durumunun bir yansıtıcısı olarak da ele alınır. Meclis-i Maliye Reisi İbrahim Efendi etrafında şekillendirilen anı dökümünde kişilerin anlarımı, İbrahim Efendi merkezinden dışa doğru halkalar halinde genişler. En merkezden dışa doğru şekillenen en önemli halkayı Hilmi Bey teşkil eder. Hilmi Bey, İbrahim Efendi’nin kardeşidir. İbrahim Efendi ve Hilmi Bey bir de Bâise isimli bir kız kardeşe sahiptirler. Bu üç kardeşin babaları Ayverdi’nin anlatımı ile ‘’yeniçeri ortalarından birine bağlı Gediz derebeylerinden tiftik taciri Ali Bey’’dir. Anneleri ise ‘’Hekimoğlu Ali Paşa ile Firuze Sultan kızı’’dır. Ve ‘’Ali Bey, II. Mahmud’un yeniçeri ocağını kaldırma kararı ile başlayan ‘yeniçeri kıranı’ndan tavan aralarına saklanmak suretiyle canını zor kurtarır.’’ Bu elim olaydan üç sene sonra da İbrahim Efendi, dünyaya gelir. Ve daha sonra babasının vefat etmesiyle birlikte de o tarihte on sekiz yaşında olması dolayısıyla mirasın tamamı büyük ve reşit kardeş sıfatıyla İbrahim Efendi’ye kalır. Bu tarihte Hilmi Bey sekiz yaşındadır ve mirastaki payını yönetecek iradi salahiyetten yoksundur. Daha sonra ise, ‘’İbrahim Efendi, nihayet bir atıfet edasıyla, bu iki taraflı servetten Hilmi Bey’e bir ev, kız kardeşine de bir miktar esham vermekle adilane bir taksim yaptığına kendini inandırmış ve sonuna kadar da kardeşlerinin haklarını ödemiş hami ağabey tavrını muhafaza etmiştir. Hilmi Bey sonradan da bu geçmiş hikâyenin hesabını kurcalamamış ve ağabeysine ölçülü saygısını göstermekte kusur etmemiştir." Ayverdi, bir yazar olarak kurgusal eserlerini kaleme alırken kişilik yapılarının aktarımı ve kurguda madde ve mana düalitesi prensibini esas alır. Ayrıca Ayverdi, benimsediği düalite prensibini kurgu dışı eserlerinde de esas alır. ‘’İbrahim Efendi Konağı’’ eseri de bu düalite prensibini bünyesinde barındırır. Ayverdi, anılarını aktarırken İbrahim Efendi’yi maddeye olan bakışı kuvvetli, dünyevi hazlara önem veren, mantıki, Hilmi Bey’i de manaya olan bakışı kuvvetli, maneviyatı yüksek kişiler olarak ele alır. Ayverdi, bu husus açısında İbrahim Efendi’yi şu şekilde anlatır: ‘’Efendi’de ağır basan daima mantığı idi. Hisleri ise, zindanda çürümüş mahkumlar misali, bu zorlu mantığın elinden kurtulup keyfince buyruk yürütemezdi. (...) Onun için mühim olan, itibarı, debdebesi ve mevkii idi.’’ Ayverdi tarafından Hilmi Bey ise, abisi İbrahim Efendi’nin aksine son derece mütevazı bir yaşayış durumunda okura aktarılır: ‘’Halbuki Hilmi Bey’in evi, (...) bir orta sınıf karakterine sahipti. Onun için de istediği zaman yukardan aşağıya bakabildiği gibi, gene isteyince aşağıdan yukarıyı seyredebilirdi.’’ Ayverdi, ‘’İbrahim Efendi Konağı’’nda anılarını naklederken temel fikir olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal bir birimi olan İbrahim Efendi’nin konağının sosyal yapısının bozuluşunu ve yıkılışı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü benzetme yolu ile anlatır. Bu noktada vurgulanmalıdır ki bir aile reisi olarak İbrahim Efendi ile Meclis-i Maliye Reisi olarak İbrahim Efendi etrafında şekillendirilen dönemin siyasi ve sosyal tarihi yazar tarafından tasvirler, analizler, teşhis, tenkit değerlendirmeler şahsi bakış açısı olan ‘’Modern Muhafazakâr’’ bakış açısı ile ele şekillendirilir. Modern Muhafazakârlığın beş temel ilkesinin izleklerini söz konusu metinde görmek mümkündür. Bu beş ilke, ‘’gelenek, beşerî eksiklik, organik toplum, hiyerarşi ve otorite ve mülkiyet’’ tir. Bu beş ilkenin bütün izleklerin etrafında yazar, İbrahim Efendi, İbrahim Efendi konağının sakinleri, İbrahim Efendi’nin akrabalık bağı ile tanıdıkları ve İbrahim Efendi'nin komşuları okura sunulurlar. İbrahim Efendi konağının sakinleri başta İbrahim Efendi, İbrahim Efendi’nin odalıkları Avnidil ve Neveser kalfalar, İbrahim Efendi’nin damatları Salih ve Yusuf beyler, İbrahim Efendi’nin büyük kızı Şevkiye ve küçük kızı Şükriye hanımlar, İbrahim Efendi’nin Şükriye hanımdan olma torunu Ratibe ve Şükriye Hanım ile Dr. Salih Bey’in evlatlık kızları Mebrû, Teranedil Kalfa, Şayeste Kalfa ve Kâhya Zaim Bey’dir. İbrahim Efendi konağı merkezinde ele alınıp anlatılan İbrahim Efendi’nin komşuları ise, Hattat Aziz Efendi ve Vasıf Bey’dir. İbrahim Efendi ile akrabalık bağı bulunan ve aynı zamanda komşusu olanlar ise kardeşi Hilmi Bey ile Cemal Bey’dir. Yazar tarafında düalizm prensibinden hareketle ele alınan, İbrahim Efendi’nin karakterine zıt bir karakteri temsil eden Hilmi Bey’in hanesinde yaşayanlar ise, öncelikle Hilmi Bey, Hilmi Bey’in karısı Halet Hanım, Hilmi Bey’in oğlu Sever Bey ve kızı Melike Hanım’dır. Anlatıda komşulardan konak halkına dönüş ise, mekân bağlantısı ile beş bölüm üzerinden sağlanır. Bu bölümler ‘’...Yalısı, ...Köşkü, ...Evi, Yuşa Tepesi...’’ gibi başlıklar ile verilir. ‘’Teranedil Kalfa’nın Evi’’ ve ‘’Şayeste Kalfa’nın Evi’’ başlıklı bölümlerden önce verilen ‘’İbrahim Efendi’nin Hastalığı’’ ve ‘’Âlem Gene O Âlem’’ başlıklı bölümlerde konaktaki hayatın beklenmedik olaylarla olumsuz açıdan değişmeye başlaması işlenir. Ayverdi, ‘’İbrahim Efendi Konağı’’nda anılarının dökümünü verirken, tasvirlerinde kişilerin dış görünüşlerinin yansıra yaşayış ve davranışlarına akseden iç dünyalarını da ele alır. Böylece kişiyi ve dolayısıyla toplumu bir arada turan değerlere nostaljik bir projeksiyon tutularak yazar tarafından altı çizilir. Mekân (mahalle, semt, konak, köşk, yalı, İstanbul), anlatımı üzerinden de bir şehrin ve devrin sosyal profili, folklorik unsurları, kültür değerleri ve çatışmaları anlatılır. Komşuluk bağı dolayısıyla anlatılan Hattat Aziz Efendi, esasen bir sanatkâr tipi örneğidir ve Hattat Aziz Efendi’nin anlatıldığı bölümle iç içe geçmiş vaziyette Mimar Sinan’ın eseri Süleymaniye’nin anlatımı ile eski devirlerin sanat anlayışı ve sanatkârının seciyesi ele alınır. Komşulardan Vasıf Bey’in ise, ilgi odaklarından hareketle eski devrin tulumbacı teşkilatı ve tarihi, akşamcılık adeti, meyhaneler, teşkilat ve işletme özellikleri ve bu gibi yerlerin bulunduğu semtlerin nev-i şahsına münhasır özellikleri anlatılır. Müntehir Damat Yusuf Bey dolayısıyla da Klasik Türk Müziği’nin ve Klasik Türk Şiiri’’nin toplumda bıraktığı hissi lezzetten söz edilir. Ayverdi, bütünüyle şahsi bakış açısından ‘’İbrahim Efendi Konağı’’ ile Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal hayatında yer alan efendi-kapı halkı münasebetini, toplumsal sınıf algısını ve bu yapılanmaya karşı duyulan saygıyı, sosyal ve ekonomik adaletten söz eder. Böylece Ayverdi, Türk Tarihi içerisinde ideal bir zirve ve ‘’şifahi bir kültür’’ olarak gördüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun Medeniyet Tarihi’nde yer alan sayfalardan okuruna kesitler sunar. Özellikle bu hususta kalfa kadınların konak içi yaşamları, konaktaki eşyalar, dönemim moda algısını ve ona zıt Türk usulü giyim tarzını oluşturan kılık kıyafetler ile kurdukları temaslar eserde genişçe yer tutan okuru Osmanlı İmparatorluğu’nun Medeniyet Tarihi’ne götürecek birer bağlantılar haline gelirler. Aynı zamanda yazar, bütün bu kişilerin insanlık içerisindeki yerleri dolayısıyla yapıp ettikleriyle, Modern Muhafazakârlığın sosyal ve siyasi tarih içerisinde yer alan beş ilkeden biri olan ‘’beşerî eksiklik’’in birer aktarıcısı haline gelirler. Yazarın söz konusu kültür meselelerini aktarmaktaki temel amacı ise, halin içerisinde bulunduğu kötü gidişattan kurtulması için nostaljik olan üzerinden öze dönerek kök salmalarıdır. Ayrıca söz konusu bütün bu kültür meseleleri, Modern Muhafazakârlığın bir diğer ilkesi olan ‘’organik toplum’’ ilkesinin hem gösterenleri hem de bir sağlayıcısı olarak işlev görürler. Ayverdi, ‘’beşerî eksiklik’’in bir ifadesi olarak insanın manevi dünyasındaki hakikat arayışı ve bu arayış esnasında edindiği irfanî bilgilerle insanlığa, yani bütüne geliştirdiği tasavvufi bakışın getirdiği derinlik ve genişlik ile insanın, insanlık ve kainattaki yerinden ve değerinden söz eder. İnsanın Tanrı huzurundaki yaratılan olma konumu eylemselliği ile yaratan insan konumuna onu yükseltir. Ayverdi’ye göre, ‘’yaratan insan’’ aynı zamanda toplumu bir arada durmasını ve ‘’organik toplum’’ imajını vermesini sağlayan bir tutkaldır. ‘’İbrahim Efendi Konağı’’ndaki efendi-kapı kulu ilişkisi ile de bir diğer ilke olan ‘’hiyerarşi ve otorite’’nin kayıtsız şartsız toplumsal hayattaki karşılığının izleklerini buluruz. Ayrıca eserde ferdin topluma ve sosyal hayata iştirakiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun Medeniyet Tarihi’nden okura sunulan tablolar, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal tarihi üzerine araştırma yapanlar için adeta birer çerçeve çizgi vazifesini de görürler. Eserde yazar tarafından okura sunulan mahalleden geçen esnaflar (sakalar, su muhallebicileri, Venedik sepetçileri, laternacılar), ile verilen sokak sesleri, konak yapılanmasının haremlik ve selamlık bölümlerine sirayet ederken aynı zamanda okur, Osmanlı toplumundaki kişilerin bu seslere karşı gösterdikleri reaksiyonlardan da haberdar edilir. Özellikle Ramazan Bayramı münasebetiyle yaşana konaktaki bayram hazırlıkları ve bayram namazı gibi sosyal ritüeller ile imparatorluk ve onun sosyal bir birimi olan İbrahim Efendi ailesi bir ‘’uzviyete’’ benzetilir. (’’İnsanoğlu, biyolojik ve psikolojik istiklaline rağmen çözülmeyen bir bilmece idi. Fakat yaratılış boyunca da kendi mahdut idrakiyle, kendi bilmecesini çözmeye uğraşmaktan geri durmamıştı. Kollektif bir varlık olan insanın uzviyetine, bir sosyal hücrecikler kolonisi denebilirdi. Fakat organik hayatımızın bu akıllara durgunluk veren nizamını idare eden kumanda makinesini, kimin nasıl idare ettiği keyfiyeti, işte insanoğlunun bütün tecessüsüne rağmen ebedi bilmecesi, ebedi meçhulü bu idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesi de tıpkı insan uzviyeti gibi bir vakitler öyle ince, öyle sağlam esaslara ve hesaplara dayanarak idare edilmekte bulunuyordu ki artık bu girift ve çözülmesi müşkülden müşkül olan bu bilmece, tarihin bağrına gizlenmiş kalmıştı.’’) ( Samihâ Ayverdi’nin eserlerinde en çok örnek verdiği kültür hadisesi helva sohbetleridir. Helva sohbetlerinin töresi Mevlana’ya kadar uzanır ve Mevlevilikte sabrı ifade eder. Nedim’in edebiyat tarihinde önemli bir şair olarak ortaya çıkmasında sarayda düzenlenen helva sohbetlerinin de etkisi olduğu düşünülür. Edirne’ye özgü Deva-ı Misk Helvası, Diyarbakır’da yapılan Kudret Helvası, İstanbul’da yapılan Ak Helva, Bursa’ya özgü İshakiye Helvası, tahin helvası, koz helvası, keten helvası, ... Türk Mutfağının kendine has lezzetlerindendir. Eserde bu husus için bkz:’’İshak Efendi’nin zihnindeki dağ dağ yığılı hatıralar arasında, hiç unutmadığı, hatırladıkça da keyiflenip heyecanlandığı çizgilerden biri muhakkak ki helva sohbetleriydi. Refah, bolluk, dirlik ve bereket devirlerinin eğlencelerinden olan bu cemiyetler, çimenlerin yerini, karların, buzların tuttuğu kış mevsimine mahsus bir ev içi eğlencesi idi.’’) Ayverdi’nin söz konusu eserinde en çok kullandığı kelimelerden biri ‘’şuur’’dur. Şuur, yazar için sosyolojik bütünlüğü sağlayan bir cevher vazifesini taşır. Bu cevherin işlevsel hale gelebilmesi ise yazarın bakış açısına göre iman ile mümkündür. Ayverdi, bu noktada toplumu kütle ve kitle muhasebesi üzerinden tanımlar. Yazar için kütle, şuursuz, yani imansız olan taraftır. Ve kütle tanımı, daima siyasi ve sosyal olaylar ile ‘’İttihat ve Terakki Cemiyeti’’ ile bağlantılı olarak verilir. Bu imansız kütle, getirdikleri reformlardan, Tanzimat ve Meşrutiyet yönetimlerinin felsefesinden yoksundurlar. Eserde anlatılan dönemi siyasi vakaları (93 Harbi, Tanzimat Fermanı’nın okunması, I. Meşrutiyet’in ilanı, Kanun-i Esasi’nin ilanı, II. Meşrutiyet’in İlanı, 31 Mart Olayı, II. Abdülhamid’in tahtan indirilişi ve devri, Mahmud Şevket Paşa’nın düzenlenen suikast sonucu ölümü, Garp Ocakları’nın kaybı, Trablusgarp'ın kaybı, Balkan Muharebeleri ve son olarak I. Dünya Savaşı.), hep bu şuursuz, yani imansız kütlenin getirmek istedikleri yeniliklerin felsefesine vakıf olamayışları, bundan dolayı ilerleme felsefesini idrak edemeyişlerinin neticesidir. Bu noktada eserde yazar tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, İbrahim Efendi’nin hastalığı ve nihai olarak ölümü üzerinden benzerlik kurularak ele alınır. Ancak ağırlıklı olarak da İbrahim Efendi’nin II. Abdlhamid devrinin Maliye Reisi olması dolayısıyla II. Abdülhamid devrinin siyaset kadrosunda yer alan kişilerin ahlaki yozlaşmaları İbrahim Efendi’nin yazar tarafından son derece olumsuz çizilen karakteri üzerinden anlatılır. ‘’İbrahim Efendi Konağı’’nda ve genel olarak Ayverdi’nin diğer eserlerinde yer alan olumsuz kişilikler ekseriyetle ‘’köprünün öte yanı (Beyoğlu)’’nda ikamet ederler. Eserde Beyoğlu’na yapılan geziler, alaturka ve alafranga hayat, eski ve yeni düzen karşılaştırmasının birer aracıdırlar. Ayverdi, ekseriyetle yapılan reformalar dolayısıyla Osmanlı toplum yapısına ve sosyal hayatına yerleşmeye başlayan yeni düzenin getirilerinin, sosyal hayattaki yansımalarını kadınların toplum içerisindeki konumları üzerinden anlatır. Ayverdi’ye göre, Türk terbiyesini reddeden yahut bu terbiyeyi küçümseyerek yeniyi benimseyen ve böylece milli ve yerli olma özelliğini yitiren ‘’olumsuz kadın tipi’’ni temsil eder. Bu söz konusu kadın tipinin zıttı olarak ise yazar esere, yapıcı ve kurucu unsurlarını muhafaza etmeyi başarmış olan ‘’olumlu kadın tipi’’ni yerleştirir. Bu iki tip kadına eserde en önemli başat örnek Şevkiye Hanım (olumlu) ve Şükriye Hanım (olumsuz)’dır. Ancak İbrahim Efendi’nin büyük kızı Şevkiye Hanım, maddiyata olan düşkünlüğüyle İbrahim Efendi’nin ölümünden sonra, anıların aktarımında merkezi bir üslup haline gelmiş olan düalite prensibinin ahlaki boyuttaki olumsuz olanın aktarımında bir devamlılık unsuru da sağlar. Zira maddi ve manevi kayıplar ortasında (mülklerin ipotek edilmesi, müzayede yoluyla satışa çıkarılması, Şevkiye Hanım’ın hayatında kahyalar döneminin başlaması), çırpınmasına rağmen mirasa ortak olacakları korkusuyla akrabalarından yardım almaya yanaşmayan Şevkiye Hanım tipi karşısına, menfaatten uzak bambaşka bir dünya görüşü benimsemiş olan amcaoğlu Server Bey tipi çıkarılır. Server Bey’in Şevkiye Hanım’dan farklı olarak benimsediği bu dünya görüşü ile aynı görüşe mensup olanların düşünce yapılarının ve davranışlarının anlatımına ‘’Hak Kapısı’’ başlıklı bir bölüm tahsis edilir. Dünya hayatının iniş çıkışlarıyla yıpranan Şevkiye Hanım ancak Server Bey’in yardımıyla huzur bulur, İbrahim Efendi’nin konak nüfusu Hilmi Bey’in hanesine taşınır ve İbrahim Efendi’nin büyük kızı Şevkiye Hanım, taşındığı bu hane halkının desteğiyle ömrünün geri kalanını tamamlar. Bu yaşam tarzı, İstanbul medeniyetinin temel taşı olan ‘’geniş aile birliği’’ne bir örnek teşkil eder. Aynı zamanda Server Bey, eserde ‘’derviş tipi’’nin bir temsilcisidir. Türk’e özgü sosyal hayattaki toplumsal değişimin kadınlardaki yansımasını ‘’Kadın tahtından inmiş sokaklara dökülmüştü’’ diyerek ifade eden yazar, yeni kadın tipinin olumsuz halini eserde Şükriye Hanım ile betimler. Zira Şükriye Hanım, son derece süsüne düşkün, evine ve çocuğuna lakayt ve idrak seviyesi gündelik dedikodular ile aşağıya çekilen bir kadındır. Çocuğu Ratibe, onun ilgisizliği neticesinde hastalanarak vefat eder. Ratibe, Hilmi Bey’in evinde ve Halet Hanım’ın terbiye zaviyesinde olmayı İbrahim Efendi konağında olmaya daha çok tercih eder; çünkü burada çocuk daha mutludur ve daha iyi bakılmaktadır. Bundan dolayı Ratibe, Hilmi Bey’in konağında İbrahim Efendi’nin konağına nazaran daha uzun zaman geçirir. Ratibe, bu özelliği ile eserde, her iki tarafı da bağdaştırmak arzusunu taşır. Onun karşısına da olumsuz bir tip temsili olarak üvey kardeşi Mebrure çıkarılır. Ratibe ve Mebrure üzerinden yazar, klasik ve modern çocuk eğitiminin farklılıkları, faydaları ve zararlarını tartışır. Aynı zamanda yazarın ‘’Ratibe’’ ismini verdiği bir anı kitabı da mevcuttur. Sonuç olarak edebiyatı düşündüklerini aktaracak bir metot olarak kullanan Ayverdi, eserin İstanbul’u bir medeniyetin en zirve hali olarak görür. Ve bu medeniyetin yarattığı insan tipine ve yapılan reformalar ile bu insan tipinin karşıtı olarak ortaya çıkan yeni insan tipine ‘’İbrahim Efendi Konağı’’ isimli anı eserinde değinir. Bir devrede halkın ihtiyacının sosyal tarihin aktarımı olduğunu düşünür. Bundan dolayı eserinde geçmişe değil daha çok geleceğe odaklı bir dil kullanır. Çünkü gelecek nesillerin tarihlerini öğrenmesi gerektiğini düşünür ve bir yazar olarak bu öğreticiliği kendine misyon edinir. Bundan dolayı söz konusu bu eserinde ve külliyatındaki hemen hemen her eserinde aktarılan yahut kurgulana hadiseler daha az fakat fikirler çoktur. Ve yazar eserlerinde, tarih öğreticiliğinde birer araç olarak kullandığı kişilikleri genel anlamda ‘’olumlu ve olumsuz’’ olarak düalite prensibi çerçevesinde okuyucusuna sunar.
İbrahim Efendi Konağı
İbrahim Efendi KonağıSamiha Ayverdi · Kubbealtı Neşriyatı · 2022750 okunma
·
235 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.