Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

344 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak diyarların birinde bir adam yaşarmış. Bu adam öyle her adama benzemezmiş ama. Devasa boyutta, uzun kollu, kalın elli ve korkutucu olmasını bekleyenleri şaşırtan çocuksu bir yüze sahipmiş. Hı bir de bu adam sürekli uzun kollu gömlekler ve pantolonlar giyermiş. O kadar ki giysilerinden sadece yüzü, elleri ve ayakları görünürmüş.Yazın en sıcak günü de olsa, kışın en soğuk ayazı da vursa hiç değişmezmiş bu. Gel zaman git zaman bir gün bu adamın yolu bir yabancıyla kesişmiş. Bu yabancı ise kendisi kabul etmese de pek meraklı, pek lafbazmış. Yabancı, bu devasa çocuk adamdaki garipliği anlamış olacak ki, onunla konuşmaya, gizlerini çözmeye yeltenmiş. Bizim devasa çocuğumuz da, çocukluğunun hakkını vererek bu yabancıya güvenmiş ve sırrını açmış: "Benim vücudum resimli ve bu resimler geleceği gösteriyor. Herkesin görmek istediğini sandığı ama aslında görmek istemediği geleceği" demiş. Ve işte her şey de böyle başlamış.. Masal gibi değil mi? Ama değil, yani bence değil. Kitap her ne kadar bilimkurgu/fantastik kategorilernde değerlendirilse de kesinlikle bundan daha fazlası. Belki de bu durum yazarla alakalı. Bilenler bilir yazar, yani Ray Bradbury, bu yıl popülarite kazanan, hatta yeniden filmi çekilen Fahrenheit 451'in yazarı. Genel olarak, teknolojik gelişmelere paralel "olabirliliği yüksek" bir dünya ve dolayısıyla buna uygun insan karakterlerinden oluşan hikayeler yazıyor. Bazen ise tamamen "Ya şöyle olsaydı?", "Ya aslında düşünsene böyle olabildiğini?" gibi, aslında hepimizin aklından geçebilecek fantastik fikirler üzerinden de eserler verebiliyor. Yaş ilerledikçe, benden yaşça ve deneyimce fazla olan insanlara tanıdık gelecektir, istediğimiz ve istemediğimiz şeyler konusundaki ayrım kesinleşmeye, sınırlar arası mesafe artmaya ve hatta spesifik nitelikler eklenmeye başlıyor. Şimdi bu da nereden çıktı diyebilirsiniz. Şöyle anlatayım: Ray Bradbury benim "bilimkurgu/fantastik roman severim ama şöylesini severim" tanımımın baş kahramanlarından birisi. Kendisi; apayrı, sıfırdan bir dünya kurmayan; insandan ve gerçeklerden çok uzaklaşmayan; teknolojik gelişmeler neticesinde oluşabilecek ortam ihtimalini hayal ettiren ama gereksiz ayrıntılarla okuyucuyu yormayan; anlatmak istediği şeyi mantık dışılığa düşmeden, anlam bütünlüğünü bozmadan, zaman kavramını belirsizleştirmeden ve çetrefilli kelimelere ihtiyaç duymadan ifade edebilen; insan psikolojisini kurguladığı dünya ihtimali üzerine sırıtmadan yerleştirererek, insan davranış analizi konusunda Stefan Zweig'dan daha yetenekli olduğunu düşündüğüm muazzam bir baş kahraman hem de! Elimdeki kitap Bradbury'nin tam da bu yeteneklerini sergilediği bir kitap. Kitap öykücüklerden oluşuyor. Apayrı olasılıklar üzerine kurulmuş, resimli adamla yabancının öyküsünü de eklersek toplamda 19 öyküden oluşuyor. Bu öykülerde teknolojik gelişmelerin getirebilecekleri, ölüm, ırkçılık, savaş, uzay, inanç gibi birçok konuya değinilmiş. Var olandaki küçücük bir değişikliğin, aslında hayatımız üzerinde nasıl şaşırtıcı (ya da ürkütücü mü demeliyim) bir etkisi olduğunu kitabı okudukça ayrıntılı bir şekilde anlayabiliyorsunuz. Belki var olageldiği için kıymetini bilmediğiniz bazı şeylerin kıymetini fark edebiliyorsunuz. "Bitmeyen Yağmur" isimli bir hikaye var mesela, onu okuduğunuzda ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Peki sadece bu mu var, elbette ki hayır! Size şimdi birkaç soru sorayım; belki de yazarın kendisine sorduğu sorular ve verdiği cevaplardır bu hikayeler: -Teknoloji dört bir yanınızı sarmış durumda ve çocuklarınız teknolojiyi siz ebeveynlerinden daha çok sever hale gelmiş(ya da geldi mi çoktan?). Oh ne güzel, kafanızı şişirmiyorlar değil mi, kendinize zaman ayırabiliyorsunuz, gereksiz gördüğünüz işlerin hepsi makinelerce yapılıyor, dışarıdan bakan birisine göre gayet refah içerisinde yaşıyorsunuz. Bu kadar refah içerisinde başınıza en kötü ne gelebilir ki? -Şimdi şöyle düşünün: Artık uzaya çıkabilmek çok kolay ve sadece astronotlara has bir yolculuk değil uzay yolculuğu. Dolayısıyla gezegenler, uzay ve farklı ırklar eskisi kadar yabancı, bilinmez ve ürkütücü değil. Gezegenlerin üzerinde yeni yaşamlar kurabiliyor, farklı ırklarla iletişime geçebiliyor, ışık hızındaki roketlerimizle bir gezegenden diğerine kolaylıkla gidebiliyoruz. Bunların hepsini yapabiliyoruz ama hala "insanız", çok şey görüp geçirmişiz ama yine de insanız. Uzayda ya da yabancı bir gezegende insan olmak nasıl bir şeydir sizce? Dünyada ne isek uzayda da o olmaya devam eder miyiz, aynı şeyleri ister ve ayni şeyleri mi hissederiz? -Peki, ölüm nasıl bir şeydir uzayda; ne hiçliğin altında ne hiçliğin üstünde tam da hiçliğin ortasında "hiç" olabilmek nasıl bir duygudur? Ölüm korkusu hala Dünyadaki gibi mi hissedilir, hala aynı şekilde mi yaşanır? Şu anki açlık, susuzluk, yanmak, boğulmak gibi gelir geçer korkularımız dışında başka korkularımız var mıdır? -Sevmediğimiz şeyleri/kişileri başımızdan atmak, hatta yeryüzünden silmek istediğimiz zamanlar olur ya bazen, diyelim ki artık yapabiliyoruz. Problemin asıl sebebi olarak düşündüğümüz kişileri ya da "olmasalar daha iyi bir yer olurdu bu Dünya" dediğimiz her şeyi başka bir gezegene gönderiyoruz. O zaman dünya nasıl bir yer olurdu? Ütopya dediğimiz ideal Dünya hayali gerçekleşir miydi? -Filmlerde gördüklerimiz gerçek olsa mesela. Ya da onun tam aksi olsa, başka gezegenden gelenler (biz bunlara klişe bir şekilde Marslılar dyelim) ile savaşmasak da bir arada yaşamaya çalışsak, başka bir ırkla Dünyayı paylaşsak? Böyle bir şeyi nasıl kabul ederiz sizce elindekini koruma içgüdüsü çok yüksek bir ırk olarak? Marslıların gözünden bakacak olursak Dünya nasıl bir yer, insanoğlu nasıl bir ırk? Bizim onları tanımladığımıza benzer bir şekilde, onlar bizi nasıl tanımlardı? -Pekiiiiii, teknolojimiz bu kadar ilerledi, başka gezegenlere yolculuk yaptık, oralara yerleştik, yukarıdak ihtimallerin hepsini deneyimledik. Böyle bir hayatta dini inançlarımız ne şekilde değişirdi? Bilimle ilerleyen insanoğlu, tüm dini inançları safsata olarak adlandırıp inanılacak tek gerçeğin bilim ve insanın kendisi olduğuna mı karar verirdi? Ya da farklı nedenlerle ya da aynı nedenlerle inanmaya devam mı ederdi? İnandığını kabul edelim, dinini yaymak isteyen misyonerler öteki gezegenlerde "insan dışı" varlıklarla nasıl iletişime geçer, onları nasıl kendi dinleriyle tanıştırırdı? Günah ve sevap kavramının içi başka bir ırk için nasıl doldurulurdu? Ya da sadece dini inançla sınırlamayalım. Batıl inançtan tutun da bilime dayanmayan kurgu ürünü olan her şeye karşı bakışımız nasıl olurdu? Bilimle ispatlanmayan hiçbir şeye inanmamamız ihtimalinde hayatımızda, ruhumuzda, psikolojimizde neler değişirdi? Yoksa aynı mı kalırdık? Ne çok ihtimal değil mi? Çok mu uzak ihtimaller? Zannımca değil. Kitabın 1950li yıllarda yazıldığını düşünürsek, o zamanların bilimkurguları (bir kısmı en azından) şimdilerin gerçeği olmuş durumda . Yarın bir gün, ya da bir 200 yıl sonra bu kitaptaki ihtimalleri yaşamayacağımızı kim söyleyebilir? Belki de bu resimler (kitaptaki hikayeler), arkayüzde de denildiği gibi gerçekten geleceği gösteriyordur. Artık cümlelerimi bitirme vakti geldi. Benim gibi olasılıklara dayalı kurguları sevenlerdenseniz, kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Bazı yazarlar iyi ki varlar! Keyifli okumalar.
Resimli Adam
Resimli AdamRay Bradbury · İthaki Yayınları · 20121,358 okunma
·
20 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.