Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

176 syf.
·
Puan vermedi
THOMAS BERNHARD- SARSINTI Thomas Bernhard’ın Sarsıntı’sı ‘’daima her şeye kapılan, her şeye kapılmak zorunda olan’’ taşra insanının anlatısı; sade yaşantısına yalnızca karı-koca ilişkisi yaşadığı üvey kız kardeşini alabilen bir sanayicinin, kuşların sesleri onları uyutmadığı için onları teker teker öldürmekten başka çıkış yolunun kalmadığına; fakat onları öldürdüğünde içlerini doldurarak, onları aslında sonsuzluğa uzatacak olduğuna inanan değirmencinin oğullarının, öğretmen bir çiftin kalın kafalı olduğu için istenmeyen, hiçbir işe yaramadığı için dericilikle uğraşan, bu yüzden deri kokan oğullarının, eşsiz zevk ve arayışlarla bir araya getirilen parçalardan oluşan evlerinin tek mirasçısı olmasının ölüme çok yakın olan annesinin tek endişesi olmasının, meyhane işleten adamın karısının sarhoş kendini bilmezler tarafından öldürülmesinin, gazetede gördüğü ‘’Kahya aranıyor’’ ilanına başvuran insanların, bizim taşra doktorunun tüm bunlar arasında seyahat ediyorken, muhitinde sevilmeyen, hor görülen bir Yahudi olan Bloch’la, Kant üzerine, Marx üzerine ve Nietzsche üzerine ve Pascal üzerine kurdukları arkadaşlıklarının anlatısı. Bernhard, tüm bunları dile getiriyorken hepsini ortak bir noktada muhakkak buluşturacak olan ama görünürde fark edilmeyen detayların üzerinde kaçınılmazmışçasına duruyor: Meyhanecinin karısının sarhoşlar tarafından öldürülmesine sinirlenen doktora ‘’Yoksullar iki kat barbar, hain ve suça yatkın, hem de imkanları doğrultusunda çok daha korkunç ölçüde’’ dedirtiyor ama anlatı ilerlediğinde alelade bir meyhanede, alelade bir suç işleyiveren bu sözüm ona yoksul insanların barbarca sefaletleri bir Prens’in cümlelerinde beliriyor: ‘’İnsan, kendi insani felaketi olmadan var olamaz, insan kendi sefaletini sever ve bir an için sefaletinden uzak kalsa, tekrar sefalet içinde olmak uğruna her şeyi yaparmış’’. Birinde işlenen cinayet amansız bir sarhoşun amaçsızca gerçekleştirdiği, tabiatında olan bir fikrin ortaya çıkışıyken; öbür yanda çevresinde yaşayan herkesi içinde çoktan öldürmüş olan Prens karakterinin, yıllarını binlerce dönüm arsasının ehlileştirilmesine vermesinin ardından duyduğu dayanılmaz tahammülsüzlük sürecini görüyoruz. Babası gibi intihar etme cesareti göstermekten yoksun olan karakter, kendini kelimelerle dile getirmeyi reddedecek kadar esaslı bir tavırla hareket ediyor. Tahammülsüzlük ve onun getirdiği delilik hali, intihar kavramını, hiç inanmadığı o kelimeler üzerinden kavramsallaştırmaya muhtaç olmasıyla tezahür ediyor. Her şeyi değiştirmek isteyen ama gazetelere gömülmekten ve saatleri geri almaktan başka bir iş yapmayan bir prens… Londra’daki eğitimini karşıladığı oğlunun, varisi olduğu bu arazileri amansız bir nihilistlik ile sonu gelmeyecek bir nadasa bırakmasından korkan, fakat bu korkusunu oğluyla edeceği bir sohbetin ertesinde nihayete erdirme cesareti göstermeyen, çünkü içten içe düştüğü bu sefil durumdan, bu yüzleşmeme halinden keyif alan bir prensin halet-i ruhiyyesi… Tüm bu huzursuzluk durumu, hepsi ustalıkla işleniyor; anlatı, aynı masada otururken tahayyül edemeyeceğiniz karakterleri bir araya getiriyor. Hayatı boyunca evine ‘’başöğretmen hanımın evi’’ izlenimini güçlü bir şekilde vermeye çalışan yaşlı kadının oğlundan duyduğu korkuyla, çabasızlığı hor gören ‘’yüksek ilkelerin insanı’’ prensin duyduğu korku, aynı korku. Birinin oğlu koridorlarca deri kokarken, diğerinin oğlu artık hiçbir insanı ilgilendirmeyen kitlelerin ve konuların yabani alimi. Dolayısıyla ayrım, karakterlerin kendilerini dile getirişlerindeki kelimelerden ve içinde bulundukları hayatlardan oluşuyor. Yani bizi ‘’diğer’’ olandan ayıran fark: kendi’nin tanımı, bu tanımı oluştururken seçtiğimiz kavramlar oluyor. ‘’Bir insan görürüz dedi prens, ve derhal bir yargıya varırız. Bu insan zeki bir insan, deriz, aptal bir insan, öfkeli bir insan, mutlu bir insan, eğitimli, miskin, yalnız, cana yakın, daima gülen, daima kasvetli, daima işgüzar, daima hain, daima sefil bir insan… ve hiçbir şey anlamayız. O insanı tanımadan, bu felaket bir insan dediğimizde, o ölü dediğimizde vs… Bir kişide gördüğümüz kırılganlıklar bize hemen içinde yaşadığımız cemiyetin kırılganlıklarını, bütün cemiyetlerin, bütün devletin kırılganlıklarını gösterir, onları hissederiz, onların içyüzünü görürüz, onları felakete çeviririz. Yargıya varma becerisi ne kadar büyürse, güvensizlikte o kadar büyür. Güvensizliğimiz yavaş yavaş her şeyin içine işliyor.’’ Zaten bütün bu sefilliğimiz ve korkularımız değil mi bizi bütün bu kavramları oluşturmaya iten? Sefilliğinden korktuğu, daha da kötüsü onu hiç tanımadığı için yüksek ilkeler, hakimi olduğu alanlar inşa eden şu bilinç! Müntehirler ve kavramların, kelimelerin kendilerine güç verdiklerine kendilerini inandıran insanlar. Oysa bunalmışlık ve yalnızlık, çepeçevre her yerde. Kavramlaştırdığımız alanlarımızda yapayalnız, kendi içinde de yalnız bir taşra doktorunu beklemek… Bernhard, tüm bunları başa çıkılamaz bir öfkeyle mi yazmıştır, olabildiğince umursamaz, sakin bir tavırla mı? ‘’Yürümeye devam edelim dedi prens, nefes aldığımızda içimize çektiğimizde rakamlar ve sayılardan başka bir şey değil ve onların doğa olduğunu varsayıyoruz. Bizim için her nesne dünyanın şekline sahip; onu dünyanın tarihine, herhangi bir nesneye dayandırıyoruz. Kavramamızı mümkün kılan kavramlar da bize göre dünyanın şekline sahip; dünyanın iç ve dış şekline. Düşüncelerimizde dünyayı henüz aşamadık. Ancak düşüncelerimizde dünyayı bütünüyle geride bıraktığımız zaman ilerleyeceğiz. Bizim için her an bütün kavramların parçalanması mümkün olmalı.’’ youtube.com/watch?v=0pjJLwi...
Sarsıntı
SarsıntıThomas Bernhard · Yapı Kredi Yayınları · 2021761 okunma
·
97 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.