Gönderi

Vedalar Günün kızıl etekleri tepelerin ardına sürünürken kamışların uzayan gölgelerine esenlik dolu bir elin gölgesi katılıyor; yoklukları dizginliyor, garip bir yalınlıkla düşünceleri yatıştırıyordu. Bir çiçekse dallarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş bekliyor, dönmeyecek ve gelmeyecek günlerin yasını tutuyordu. En kılcal duyguların kalıntıları üzerinde yükselen ardından yalpalarken bilincin acı katmanlarına inerek geçmişin bocalamalarına bir son da veremeyen vedalardandı bu. O veda gününe dairler arasında o güneşi ve neredeyse denize değin uzayıp giden kaldırımı unutmak adına neler vermezdi ki. Gelincik saflığıyla ısırgan acımasızlığı arasındaki bütün yaşantı ve zıtlıkları barındıran o günü sonraları acı çekme pahasına da olsa çokça gözünün önüne getirmişti. Buna değip değmeyeceğini düşünmeye dahi fırsat bulamadan aniden gelip her şeyi silip süpürdükten sonra çıkıp giden kan revan felaketler gibiydi bu anımsama nöbetleri. O gün için kaybolan palmiyeler altında gerçekten gün bitiyordu ve çiçek de boynunu bükmüştü. Düşünceler her seferinde kendini buldurmayla yetinmeyip ilginç geçişlerle bütün başka düşünceleri budayan bir durum almıştı. Çiçek boynunu büküyor ve gün bitiyordu. Çocukluk değil ki bu bir yandan sarı hindibaları koparırken eline bulaşan ağdalı sütü otlara sıyırıp diğer yandan da öbür elindeki tüylü hindibaya üflemeye dahi tenezzül etmeden kaderin cilvesi rüzgara salışınla onun uzak diyarlara sürüklenişini izleyesin. Vedalar gözyaşı taşırdı. Hem yine çocukluk değil bu ki sığırdili otunun mor çiçeğini bir ot çöpüne dizerek nevruzlara açan morlu- yeşilli taçlar yapasın kavuşmalar getirmeyecek akıbetlerin başına. Gözyaşı akmıştı. Demek allı yeşilli kargışlar zamanıydı yaşananlara. Belki de çocukluk işte tam da buydu. Çocukluğu farkına varamamanın mutluluğu olarak görürdü hep. O dönemdeki bazı şeylerin bugün ayırdına varsa da bir karşılığı yoktu çünkü o günleri özleminden acı yargılarla çocukluk arasına özlem duvarları çekiliverirdi bir anda. Koskoca bir yığını şahit tutarak gitmişti. Çiçekler, caddeler, sokaklar, martılar, deniz ve o günü takip eden diğer günler farkına varmanın acısıyla içinde kıvranıyordu. Bu kez enikonu farkına vardığı en katı haliyle bütün bunlar ayrılıktı. Kengerlerin dikenlerinin uğramadığı köklerinden çıkarılan sakızlar gibi tatsız, buruk ve biraz da sert bir ümit doluluğu barındırdırıyordu hala hayat. O gün içinde koskoca bir gurbet vardı. Denize ne kadar yakın olsa da bir yalnızlık atölyesi oluverirdi işte gurbet. Vefa turnusoluydu ve çoğu zaman başkalarınca ,ki bir zamanlar yakın çevresiydi onlar, aranmaya dahi değmezleşmişti. Değmezleşince değmeyenleri de tanımıştı, gitmeliydi. Eski bir günü anımsadı. Ebegümeçlerinin toprağı yeşil bir kilim gibi bürüyen yaygın gölgeleri üzerine uzanmıştı. Karıncaların biraz da tedirgin ederek huylandırıp avuç içlerini kaşındırdığı bir gündü. Sıcak toprağa çarpıp topraktan buharlaşacak bir yağmuru çağırıyordu. Sağ yanı üzerine uzanırken ebegümeçlerinin altında karıncadan daha küçük canlıları görüyordu. Küçük canlıların uyumlu ve dingin dünyasında, içinde garip bir esenlik hissetti. Sınırsız bir güvendi bu. İçinde ümitleri kucaklayıp sıkıyordu. Bulunduğu anda sırtından boşalan ürpertiler de sona eriyordu. Bir aralık yere değmeyen sol omzumun üzerinden gözlerini gökyüzünde dikiyordu. Bulutlar gri- beyaz kararsız renkleriyle uzaklara doğru sürükleniyordu. Açık yeşil yapraklarıyla toprağa sanki yeni sürgünler veren salkım söğüdün üzerinden alacalı bulacalı telaşlarla geçen saksağanın anılarını dinledi. Sanki gri yeşil dallarıyla zeytin dalları ve Akdeniz kayboluyordu. Martıları unutmak istiyordu. Yansımalarının bulunulan andan çekip alan veda izlenimlerinde yalnızca güneş ve kaldırımlar yoktu. Bir ayrınyı daha vardı ki onlar martılardı. Martılar... Onları her anımsayışı, neredeyse ölümle en yakın zamanda görüşmek üzere sözleşiyordu. Ne zaman üzerinden martılar geçen o günü ve denizi düşünse nefesi daralıyor, göğsü sıkışıyordu. Martılar hem biraz da deniz değil miydi? Son görüşün de kuşlarıydı onlar. "Kekredir bu ılık buğular altında susan, susayan, unutan ve unutulan her şey, kekre." diyordu. Astarı daha dikişler tutmadan aşkar tutan günlerin elvan elvan yamaları kadar ayrık bazen de üzerine her kertede fazladan fazladan fazladan düşünmeyi dahi üşengeçliğe savsaklatan yerdi artık vedalar. Bizi bembeyaz fayanslar veya karlar üzerindeki kızıl kanlar kadar ele verirken korkularımız ,gariptir, ölüm duyarlılığı yaşamaktan dahi canlı oluvermişti bir anda. Selim SUÇEKEN
·
16 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.