Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

250 syf.
·
Puan vermedi
·
3 günde okudu
İktidarın Sembolleri ve İdeoloji
Kitabın birinci bölümünde, Abdülhamid dönemindeki iktidarın kullandığı semboller ele alınmaktadır. Devlet törenleri, modern protokol, modernleşen camii mimarisi, devlet arması, nişanlar vb. simgesel tezahürleri olmuştur. Birinci bölümün başında da zaten ilk olarak Cuma Selamlığı örneklenmiştir ve ne kadar ilgi çekici olduğu üzerinde bahsedilmiştir hatta Cuma Selamlığı olacağı gün buna şahit olmak isteyen turistlerin ne kadar ilgili olduğu üzerinde durulmuştur. Aynı şekilde devlet arması da çok ilgi çekici noktalardan biri olmuştur ve esnaflar, kurumlar vs. kendi mekânlarında bu armaya yer vermek için izin almaya defaatle çalışmışlardır. Camii mimarisi konusunda ise biraz daha ilgi çekici olmak anlamında batılı ve Osmanlı mimarisi kullanılması da bir tür yenilik ve simgesel tezahür olmuştur. İkinci bölümde, yeni bir ideoloji yaratma çalışması ve meşruiyetini kabul ettirme çabası mevcuttur. Devlete resmi bir inanç kazandırma çalışması yer almıştır ve burada “Hanefilik” mezheb-i resmiyye adı altında dinin yeniden yorumlanması biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde hicazın fethiyle birlikte meşruiyet söylemleri yer almıştır ve özellikle “yeryüzündeki tüm Müslümanların halifesi” kavramıyla birlikte bir hâkimiyet sağlama durumu söz konusudur. Ayrıca bu dönemde dinler arasında bir ayrımın olmaması Hristiyanlığın da Müslümanlık gibi kanun karşısında eşit bir konuma getirmesi de önemli bir noktadır. Yine dikkat çeken noktalardan biri de şeriat kanunlarını Osmanlılaştırma noktasıdır bununla yapılmak istenen şu dur; Yerel kanunların, örf ve adetlerin uygulanmasını önleyip bunun yerine tamamen şeriat kanunları ile yönetme ve bunu bir tür tek tipleştirme olarak da Görebiliriz, bunun bir diğer benzerini de mukaddesatın tek elden yürütülmesinde de görebiliriz. Kur’an’ın basımını kendi tekeli altına almak istemesi de ikinci bölümde bahsedilmiştir ve bu sayede tahrifinin engellenmesi hedeflenmiştir. Üçüncü bölümde, en çarpıcı noktalarından birini içerir ihtida ve ideolojik pekiştirme adı altında alınıp “Emrbi’l-maruf nehyani’lmünker” sözü konuya başlanmıştır. Bu sözün manasına gelirsek Kötülükten uzaklaştırmak iyiliği emir etmek manasına gelmektedir. Bu konuda ciddi anlamda Aleviler, Yezidiler, Trabzon bölgesindeki İstavriler, Nusayriler ve Hristiyanlar üzerinde durulmuştur ve hepsi sistematik bir biçimde Hanefiliğe ve İslam’a davet edilmiştir ve dönüştürülmeye çalışılmıştır. İstavriler bu konuda önemli bir nitelik taşır çünkü belli bir dönem boyunca Müslüman gibi davranmış kendi içlerinde halen Hristiyan yapılarını korumuş ve din özgürlüğü ile birlikte tekrardan Hristiyan olduklarını ilan etmişlerdir. Yezidi Kürtlerin Müslüman edilme çalışmaları da büyük bir önem arz etmiştir çünkü askerlik konusunda sıkıntı yaratıyorlardı. Aynı şekil Şafii Kürtler ile örneklersek onların Hamidiye alaylarına katılmış olmalarında en ufak bir problem çıkmamıştır. Bu noktada askere katılma durumunun nedenini aynı dini değerlere sahip olarak ele alabiliriz. Dördüncü bölümde, Abdülhamid döneminin eğitim sistemi ele alınmıştır. Bu dönemde öncelikle eğitim sistemi tekrardan gözden geçirilmiştir. Şeyhülislamlar bilimsel öğretim sorunu ile ilgilenmeseler de, dini olarak eğitimin güçlendirilmesini istiyorlardı. Bu sadece güçlendirilmesiyle değil daha çok İslami eğitimin üstüne düşülmüştür. Ayrıca Abdülhamid’in emri ile batılı yayınlar, kaynaklar kitaplar eğitim müfredatından çıkarılmıştır ve batılı etkilerin olmamasına özen gösterilmiştir. Önemli bir nokta olarak bir de Mekteb-i Aşiret isimli bir eğitim kurumu kurulmuştur. Başında sadece Arap şeyhlerin çocukları ve iyi Osmanlıların çocuklarının alındığı daha sonraları ise bunlara Kürt Şeyhlerinin ve bazı Arnavut ailelerinin çocuklarının da dâhil edildiği iki yıllık olarak başlayan sonraları beş yıla tamamlanan bir okuldur. Bu okul ile hedeflenen Arap kabilelere uygarlık getirilmesidir. Bu okulda beş yıl okuyan öğrenci daha sonra İstanbul’da eğitimine devam edip evine öğretmen olarak geri dönüyor idi. Okul daha sonralar 1907 yılında Arap Milliyetçiliği ve Jön Türk etkilerinden dolayı kapanmıştır. Beşinci bölümde, Misyonerler üzerine odaklanıyor Fransız, İngiliz ve Amerikan misyonerleri geniş bir şekilde açıklanıyor. Abdülhamid’in bulunduğu dönem misyonerlik faaliyetinin cidden fazlalaştığı bir dönem olarak bilinmekte ve bu nedenle Abdülhamid misyoner ile mücadelede ister istemez kendini en ön safta bulmuştur. Fransızlar Osmanlı topraklarındaki en köklü misyonerlerdir ve amaçları Katolikliği yaymaktır bunu da kurdukları Propaganda Fide teşkilatı ile sağlamaya çalışmışlardır. İngilizlerin misyonerliği de aslında Amerika’nın misyonerliği ile örtüşmektedir ve Osmanlı İmparatorluğunun ikisine de bakışı Fransız misyonerlerine olduğu gibi değil tam anlamı ile serttir. Kıbrıs’ta İngilizce öğretmenliği adı altında rahiplik yapmışlardır, Halep’te İngiliz Sefaretinin de çabası ile Protestan okulu açmaya çalışmışlardır. Osmanlı-İran sınırında da yine Kevar havalisinde görülmüşlerdir. Aynı şekilde Amerikanlar da Protestan misyonerliği yapmışlardır. Misyonerler aktiviteleri ile Osmanlı İmparatorluğuna tamamen bir tehdit oluşturuyorlardır hele de Anadolu’daki halkın eğitimsizliği bu tehdidi daha çok arttırıyordu. Gerçi bunca çalışmalarına rağmen misyonerlerin Osmanlı topraklarında başarılı olamadıkları yabancı bir misyonerin şu sözleri ile açıklanmıştır; “Tüm çalışmalarımız fiilen mahvoldu; yabancı misyonların yüz yıllık çabasından sonra, tanassur etmiş Müslümanlardan tek bir kilise bile yok.” Altıncı bölümde, 19. yüzyılın başlarında karşımıza çıkmaya başlayan, yüzyılın ikinci yarısında belirginleşen ve Abdülhamid döneminde en üst seviyeye çıkan resmi imaj politikası, özellikle dönemin batılı çevreleri tarafından medeni olmamak ve geri kalmışlıkla suçlanan Osmanlı Devleti’nin çeşitli yollarla bunun aksini ispat etme çabası olarak özetlenebilir. Osmanlı devletinin imajı ile birlikte ortada Abdülhamid’in de “Kızıl Sultan” olarak adlandırılışı da ciddi bir sorundur teşkil etmektedir. Avrupa ve Amerika gazetelerinde Osmanlı ve İslam aleyhine çıkan haberlerin tekzibinden milletler arası çeşitli kongre ve sergilere katılma, farklı ülkelerdeki afetzedelere yardımdan beslettirilen marş ve çizdirilen armalara kadar yoğun bir faaliyet bu dönemin dikkat çekici bir özeti olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı Devleti’nin lehine bir şeyler söyletmek ve yazdırmak için gösterdiği aşırı çaba zaman zaman bazı kişilerin kazanç sağladığı bir zaaf haline dönüşmüş gözüküyor. Kendilerini “Müslüman ve medeni” gösterme telaşındaki Osmanlı bürokratlarının bu takınçlı tavrı, Batılı olmayan dünyaya bakışlarını da zamanla Batı-merkezli bir şekle büründürüyor. Deringil’in örnek verdiği M.İzzet’in ‘Yeni Afrika’ adlı eserinde göze çarpan medeniyet-vahşilik ikilemi, Avrupa tipi bir kolonyalist bakışın kendisini de “medeni” gören Osmanlı’nın kafasına da yerleştiğini gösteriyor. Diğer bir husus ise, dışarıya yönelik bu tür bir imaj çalışması ile eşzamanda, devletin içerde Batı karşıtı ve “milliyetçi” bir havanın oluşmasına engel olmaması ve hatta destekleme temayülüdür. Bir yandan ‘Doğu meselesi’ çerçevesinde medeni olmamak ve ömrünü doldurmakla “sorunlaştırılan” ve tehdit edilen, diğer taraftan artan sosyal değişme ve farklılaşma karşısında meşruiyetini korumaya çalışan devletin, bu tür bir çift taraflı siyaset gütmesine şaşmamak gerekir. Yedinci bölümde, devletin kendine çizmiş olduğu bu imajın sınırlan belirtiliyor. Oryantalist bakışı tersine çevirmeye çalışan Osmanlı Devleti, bir yandan New York’da ticari amaçla kullanılan dervişlerin göstermelik zikirlerini diğer taraftan elden ele dolaşan göbek dansı fotoğraflarının yurt dışında dağıtımını engellemeye çalışıyor. Aynı şekilde 1894 Brüksel Sergisi’nde gösteri amaçlı kullanılmak istenen derviş zikri ve 1896 Peşte Sergisi’nde benzer maksatlarla planlanan cami inşası da Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmiştir. Selim Deringil’in ifadesi ile egzotik Osmanlı manzaraları, modern Osmanlı görüntüleri ile değiştirilmeye çalışılıyor. Abdülhamid’in Amerika kütüphanelerine gönderdiği fotoğraf albümlerinde de, ilmi kongrelere ev sahipliği yapma çabalarında da bu hedefi açık bir şekilde gözlemleniyor. 1893 Chicago Colomb Dünya Sergisi’ndeki Osmanlı mekanları da, Cami, pazar ve çeşme ile beraber bir tiyatro ve Sultanahmet meydanındaki dikilitaşın bir reprodüksiyonunu da içeriyor. Yeniçeri model ve kıyafetlerinin “Hristiyan devletleri gücendirmek” gerekçesiyle Chicago’ya götürülmesine karşı çıkan Osmanlı bürokratları, “geleneksel ile modern Osmanlı öğelerinin muntazam bir beraberliğini” amaçlayan bir kurguyu onaylıyorlar. Bu resmi imajın yanında, sergiye katılan bir Osmanlı vatandaşı olan Akkalı Raci ise Amerikalıların ilgisini çekeceğini umduğu Arap atları ve bedevi binicilerini Chicago’ya getirmeyi tercih ediyor. Chicago’ dan yedi yıl sonra 1900 Paris Sergisi’ne gelindiğinde, Osmanlı bürokratlarının kurgulamaya çalıştığı bu “Modern ve Müslüman” imajının bir ölçüde dış dünyada da kabul gördüğü gözlemleniyor. Serginin “Milletler Caddesi” olarak adlandırılan ve milletlerin kendi müstakil binalarının bulunduğu kısmında Osmanlı Devleti’ne, o tarihte mevcut tek bağımsız Müslüman ülke olarak Amerika ve İtalya binaları arasında sembolik açıdan önemli bir yer tahsis edilmiştir. Selim Deringil’in de belirttiği gibi, Osmanlı bürokratları Batı’nın kendi hakkında çizdiği “oryantalist resmi” reddederken yine Batılılar tarafından hedef gösterilen “modernleşme/medenileşme” yi kendi misyonları olarak kabul ederek “Doğulu ve farklı ” olarak değil “birinci sınıf bir Batılı” olarak algılanmayı amaçlamışlardı. Sekizinci bölümde ve sonuç olarak yazar, Tanzimat ruhunun Abdülhamid döneminde de devam ettiği ve muhafazakar ve dini yönü ağır basan bir devir olarak sunulan bu yılların aslında Osmanlı modernleşme tarihinde önemli bir yere sahip olduğunun tekrar altını çiziyor. Batılı devletlerin Osmanlı’yı halledilmesi gereken bir problem olarak sunuşları karşısında, dışarıya yönelik bir imaj saplantısına dönüşen bu modern olma ve gözükme sevdası, dönemin resmi ve resmi güdümlü sivil entelektüel hayatına damgasını vuruyor. Zaten Osmanlı sonrası ‘Cumhuriyeti kuranların Abdülhamid dönemi mekteplerinde yetiştikleri göz önünde tutulursa, kullandıkları jargonun da Hamid döneminde yürütülen bu modernleşme ve medenileşme siyasetinin bir uzantısı olduğu söylenebilir. Kitabı okuduktan sonra okuyucunun kafasında daha rahat şekillenebilecek bu bağlantı ya, Prof. Deringil de işaret ediyor. Bu bölümde yer verilen Cevdet Paşa’nın Sultan’a sunulmak üzere kaleme aldığı bir tezkeresinde ortaya atılan fikirler de yine Abdülhamid dönemini anlamak isteyenler için bir hayli dikkat çekicidir. Buna göre, bu dönemde Osmanlı Devleti’nin temel dayanak noktaları Osmanoğulları hanedanı, İslam dini, başkent olarak İstanbul ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türk unsurdu. Bununla beraber Cevdet Paşa, Türkler’ den sonra ikinci önemli etnik grup ve Müslüman olan Arap teb’aya iyi davranılması ve Osmanlı nüfusundaki oranları azalmış dahi olsa mevcut Hristiyanların istihdam yolu ile devlete bağlanmaya çalışılmasını salık veriyor. Sonraki tarihi gelişmeler göz önünde tutulduğunda, Cevdet Paşa’nın bu tespitleri bir hayli önem kazanmaktadır. Selim Deringil’in birbirini takip eden tematik bölümler halinde kaleme aldığı bu çalışması II. Abdülhamid dönemini çeşitli eksenlerde yeniden değerlendirmesi yanında, başarıyla seçilmiş konu başlıkları sayesinde yeni araştırmalara temel sağlıyor. Arşiv belgelerine dayalı ve devletin tarihini ele alan bir çalışmanın, belge ya da devlet faşizmine kendini kaptırmadan başarıyla yapılabileceğine iyi bir misal teşkil eden bir eserdir.
İktidarın Sembolleri ve İdeoloji
İktidarın Sembolleri ve İdeolojiSelim Deringil · YKY · 200217 okunma
·
77 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.