Hayatımda belki de hiç bir kitapta bu kadar ürkmemiştim.
Tek istisna Stephen King'in Mahşer adlı başyapıtıydı: Mahşer, salgın hastalığın yayılışını en az 500 sayfa boyunca anlatırken beni çok etkilemiş, artık hapşıran insanlardan ürker ve gerçekten kâbus görür duruma gelmiştim.
Kafes, daha önce pek bilmediğim bir korku duygusuyla dolu. Aldığı ödüllerin hepsini hak etmiş bir çalışma bu. Okurken yaşadığım hisleri yabana atmam mümkün değil. Maloeri'nin Oğlan ve Kız'la beraber ormandan gelen seslerin ardından nehirde, kayıkta, gözleri bağlı olarak yaşadıkları şeylerin anlatıldığı bölüm, hayatımda okuduğum en ürkütücü, tüylerimi diken diken eden sayfalardı.
Yazarın atmosfer yaratmada gösterdiği başarının asla hafif alınmaması gerekiyor. Yazar bu etkileyici atmosferi ne olduğunu bilmediğimiz, insanların delirmesine, birbirlerini ve kendilerini öldürmelerine sebep olan ve dünyada önce Rusya raporu adıyla tanınmaya başlayan delirme vakalarının sebebi olarak somut, elle tutulur, kavrayabileceğimiz hiç bir şeye işaret etmeden, sadece korku hissimizle usul usul oynayarak yaratıyor. Öyle ki kitabın bir çok yerinde ürkütücü sahneler yaratıyor, bu sahneleri parçalanmış vücutlar, oluk oluk akan kan, kana susamış canavarlar ya da uyduruk seri katiller vb. kullanmadan yapıyor üstelik. yazarın bu başarısındaki en büyük etken kesinlikle olayların sebebini açıklamaya çalışmaması. Haneke'nin filmlerinde gördüğümüz gibi, okuyucuları gerekçeler ve sebepler sunarak rahatlatmaya çalışmak aslında ona yalan söylemektir: oysa bu kıyamet hissinin, dehşet hissinin, kapana kafese sıkışmışlık hissinin sürüp gittiğini söylemek istiyor yazar. Böyle yaparak; kafeste olanın, kıstırılanın, gözlerindeki bağı çözmesi halinde delirerek kendini ve başkalarını yok etmekten korkanın, onu ezen sistemler ve sömürü biçimleri tarafından esir edilmiş modern insan olduğunu anlatmak istiyor belki de.
Kafes'i herkese öneriyorum.