Gönderi

83 syf.
·
Puan vermedi
Aslında Locke'un Hristiyanlık düşüncesi olması gerektiği gibi İsa'dan uzak değildir. İncil'e inanç şeklinin merhametsizlik ve kaba kuvvetle değil, sevgiyle yapılması taraftarıdır. Ancak kendisi bunun İncil'in emirlerine karşı gelerek, yani insanları mallarından mahrum bırakarak, işkence ederek, hapishaneye tıkarak ve nihayetinde canlarını alarak yapıldığından müteessirdir. Bu nedenle, Locke'un gözünde sapkın olanlar insanları böyle bir din kisvesi altında kendinden olmayanları -kelimenin tam anlamıyla- yakan kişilerdir. Oysa ki, hiç kimse kendisi dahil bir başkasını bir hükümdarın itaati ve hatta Tanrıya olan inancın getirdiği mükellefiyetin altına rızasız sokamaz. Böylelikle, bugün çok bariz görüldüğü gibi Locke siyasî yönetimin işleriyle din işlerinin adilane bir sınırla ayrılmasını zarurî görüyordu. Locke için burada devletin kutsallığından ziyade, insan yapımı bir mekanizma olmasından dolayı sivil çıkarları tedarik etmek, korumak ve geliştirmek amacında olduğu gerçeği yatıyor. Buradaki sivil çıkarlar şahsi mülkiyetler ve birinci dereceden yaşam haklarıdır; özgürlük, sağlık, dinlenmek ve yaşamak gibi. Bu haklara hoşgörü göstermeyenlere karşı hoşgörüsüz davranmak bir kusur değildir. Tanrı kimseyi bir başkasını dine zorlamak için otorite sahibi kılmadığı için, "ruhların iyiliği" üzerine siyasî yönetimin bir başka vatandaştan daha fazla gücü yoktur. Locke'a göre kişinin iman etmesi için aklın tam olarak ikna olması gerekmektedir. Fakat akıl dıştan gelen baskılarla bir inanışa mecbur edilemez. Bu yüzden, az önce bahsettiğimiz sapkın hareketler Tanrının haşmetine saygısızlıktan başka bir şey değildir. Burada emretmek ve ikna etmek arasında haklı bir ayrım yapan Locke, emretmenin cezalandırmakla, iknanın ise tartışmakla yapılacağına inanıyor. Bu yolda ise tek otoritenin iyi niyet olması gerektiğini vurguluyor. Bu nedenle, "insanların ruhlarının kurtuluşu siyasî yönetimlere ait olamaz; çünkü, kanunların sertliği ve cezaların şiddeti, insanları ikna etmeye ve fikirlerini değiştirmeye yetse bile, ruhlarının kurtuluşuna yine de yardımcı olamaz." Bu kurtuluşun tekeli eğer siyasi yönetimlerin elinde olursa, kaçınılmaz bir şekilde insan mutluluğunun ve mutsuzluğunun kaynağı doğdukları yer olacaktır. Kilise Locke'a göre, Tanrı’ya toplu olarak ibadet etmek için kendi istekleriyle bir araya gelmiş gönüllü ve serbest insanlar topluluğunu barındırır. Ebeveynlerin dini dünyevî mallar gibi kimseye miras kalmadığı için, hiç kimse kilisenin bir ferdi olarak doğmaz. Böylece, kilise yukarıda tanımladığımız gibi Tanrısal bir otorite değildir. Bu yüzden, kilise veya kişiler tarafından İncil'de muğlak kalan veya açık olmayan konularda ruhanî kanunlar tesis edilemez. Özellikle Tanrısal bir otorite konusunda Locke'un en büyük rahatsızlığı başkalarına zulmetmek uğruna kendi inançlarını ateş ve kılıç ile dikte eden Kilisedir ki bu tamamiyle İsa'nın inancına terstir. Aforoz cezasını gönüllü ibadet edenler arasında ihlal edenlere karşı uygulamayı cemaatin çözülmemesi için gerekli gören Locke, bunun kişinin mallarına ve bedenine zarar vermeyecek surette yapılması gerektiğini düşünüyor. Bu durumda aforoz işlemi kişiyi katiyyen önceden sahip olduğu sivil haklarından mahrum etmemelidir. Özellikle başka bir kiliseden veya inançtan olan bir kimse için sivil haklarına tecavüz etmek dinin görevi değildir. İncil'in ve aklın buyurduğu gibi inançlılar zulüm ve nefretten ziyade "merhamet, cömertlik ve geniş fikirlilik" düstur edinmelidir. Eğer bir insan öteki dünyada cennete varmak yolunda yanlışa sapmışsa ve bunun sivilde kötü bir karşılığı yoksa bu durum yanlışa sapan kişiden başkasını ilgilendirmez. Sonuç olarak kişiler, kiliseler ve hattâ devletler de dahil olmak üzere hiçbir otorite öteki dünyayı ilgilendiren din konusunda dünyevi mallara ve sivil haklara tecavüz edemez. Aksi kanaatte olanlar beraberinde yağma, katliam ve sonsuz düşmanlık getirecek savaş tohumları ekmekte liderlik ediyor olacaklardır. Eğer hoşgörü bahsettiğimiz savaş tohumu fikirlerine üstün gelmezse egemenliğin zorla tesis edilmesi ve dinin silâh gücüyle yayılması kaçınılmaz olacaktır. Genel hatlarıyla kiliseye karşı inancı yayma konusunda muhalif olmayan Locke, eğer bu inançlar hoşgörü ve barışı yanında getiriyorsa bu tebliği bir kazanç olarak görür. Kendisine katılmadığım en ince nokta olduğunu belirtmeliyim çünkü: "yeryüzünü cennete çevirme çabası her zaman cehennemin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır." Kilise ve siyasî yönetimi bir şekilde birbirleriyle ilişkilendiren Locke için millî kilise ile farklı cemaatler arasında siyasî açıdan hiçbir fark yapılmaması gerekir. Özellikle bu konuda kilisenin mahkeme kararlarına uyması, mahkemenin kilise kararlarına uymasından daha sağlıklıdır. Aksi durumda "modern İngiliz tarihi, VIII. Henry, VI. Edward, Mary ve Elizabeth yönetimlerinde, ruhban sınıfının iman kurallarını, ibadet şekillerini, her şeyi bu krallar ve kraliçelerin eğilimlerine göre ne kadar pürüzsüz bir şekilde değiştirdiklerinin taze örneklerini verir bize." Locke için kamu çıkarı, kanun yapımının ölçütüdür. Bu nedenle, sivil işlerle hiçbir alakası olmayan ibadetin ve toplu inancın siyasî yöneticilerin yetki alanı dışında kalması gerekir. Kilisenin yegâne görevi olan "ruhların selâmeti" hiçbir şekilde siyasî yönetimi ilgilendirmez. Siyasî yönetimin yetkisinin genişlediği aksi bir durumda, "dinin içine yasal bir şekilde neler dahil edilmez ki?" Uç örnekler vererek bu fikrini sağlamlaştırmaya çalışan Locke, siyasî yönetime manevî bir otorite ve güç verildiği takdirde yönetimin bunu kendinden olmayanlar üzerinde şiddete dönüştürmesi pek muhtemeldir, tıpkı topraklarını genişletmek için uğraşan imparatorluklar gibi. Toparlamak gerekirse Locke için siyasî yönetimin görevi insanın bu dünyayla ilgili meselelerine karşı emniyet sağlamaktır. Kilisenin görevi ise kesinlikle bir başkasının inancı üstüne otorite kurmak değildir. Öyle ki, kılıç yoluyla dayatılan bir inancın geçerliliği yoktur. İman, akıl ve vicdan yolunda ikna ile kazanılmalıdır. Yoksa gücü elinde olan her millet kendi inancını bir başkasına dayatmaktan geri kalmaz. Fakat ilginç bir şekilde Locke bu kadar hoşgörüden bahsederken, Tanrının mevcudiyetini inkâr edenlere karşı hoşgörü göstermiyor. Ona göre "toplumunun bağlarını oluşturan sözler, akitler ve yeminler"in ateistler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Bu yüzden ateistler Locke'un gözünde dini tahrip eden ve hoşgörü göstermeyen kişilerdir. Hâlbuki bugün toplumun bağlarını oluşturan belirleyici unsur din değildir.
Hoşgörü Üstüne Bir Mektup
Hoşgörü Üstüne Bir MektupJohn Locke · Liberte Yayınları · 2012398 okunma
·
32 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.