Kur'an'ın konuya yaklaşımını doğru anlamak için öncelikle
iki hususa dikkat etmek gerekir. Bunlardan ilki yukarıda kısa
değindiğimiz meselenin özünün ve Kur'an'ın tarihi arka planın,
iyi kavranmasıdır. Bütün düşünce tarihi boyunca olduğu gibi
Kur'an'ın hitap ettiği insanlar için de asıl sorun, insan hayatın
kendi irâdesi dışında gerçekleşen yaşlılık, ölüm, ecel ve musibetlerin kim tarafından belirlendiğidir. İslâm öncesi Arap şiiri, insani hayatının bu yönlerinin “dehr" (zaman) tarafından belirlendiğine ilişkin atıflarla doludur. Kur'an, cahiliyye Araplarının dehr kavramını ilahlaştıran bu inancını kesin olarak reddetmiş, onun yerine Allah'ın ilim, irâde ve kudretini koymuştur. Zira Kur'an;
“Onlar hâla: 'Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir
şey yok' derler, 'Dünyaya geldiğimiz gibi ölürüz ve bizi an-
cak zaman (dehr) yok eder...“
diyen müşriklere;
“De ki: “Size hayat veren ve sonra sizi öldüren, Allah'tır;
ve sonunda hepinizi kıyamet günü bir araya toplayacaktır"
diye karşılık verir. Allah'a bir çok ortakların koşulduğu, uluhiyetin
parçalandığı bir ortamda Allah'ın gücünün ve mutlak uluhiyetinin
vurgulanması, her şeyin (bu arada insan fillerinin de) gerçek sahibinin Allah olduğunun söylenmesi anlaşılır bir durumdur.
Kur'an'da özellikle Allah'ın belirleyiciliğini ön plana çıkaran âyetlerde problem doğrudan Allah'ın ilim irâde ve kudreti ile ilgili olarak ortaya konulmaktadır. Bu açıdan O'nun dışında bir varlığın
O'nun mülkünde, O'nun ilim ve irâdesi dışında fiil yapmasını
mümkün görmek, Kur'an'ın öngördüğü Allah inancı olan “tevhid”
ile bağdaşmamaktadır.
İkinci önemli nokta da şudur; 'Kur'an bütün dünya olaylarını
(tabii, sosyal ekonomik) tasvir ederken hem tabii hem de dini terimler kullanmıştır, ancak bu iki tür terim arasında bir çelişki söz konusu olamaz. Aksine zaten dini terimler, tabii bir dili önceden varsaymakta olup, onun yerine geçme şöyle dursun, onu bizzat kendi içinde bulundurmaktadır: (Mesela) Rüzgar ve bulutlar yağmurun sebepleridir. Fakat yağmuru yağdıran ve bu tabii sebepler içerisinde kainatı idare eden yine Allah'tır. Birer açıklayıcı formül olarak tabii sebeplerin gerekliliği tatmin edici bir şekilde sunulduktan sonra dini terim, varılan en son açıklayıcı noktadır. Örneğin Kur'an âyetlerinin bir kısmında, gökleri ve yeri var edip idare edenin, gemileri yürütenin, dilediğine rızkı, hidâyeti, dalaleti, kötülüğü verenin Allah olduğu ifade edilir. Bu minvaldeki ayetler olayların dini ve son açıklamalardır. Diğer yandan Kur'an'da "insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyeceğini" "Allah'ın hiçbir zaman kullarına haksızlık yapmayacağı" “Allahın, her şeyi belli bir ölçü” dahilinde yaratıp idare ettiği, Allah'ın, insanları“hangi yöne isterlerse o yöne çevirdiği", dileyenin iman dileyenin inkâr edebileceği kâfirlerin kendi davranışlarından kalplerinin mühürlediği; “yaptıkları fenâlıklar yüzünden" ve "O'na inanmadıklarından dolayı gönüllerini ve gözlerin ters çevirdiği", “bir millet durumunu değiştirmedikçe, Allah'ın onların durumu
değiştirmeyeceği", “denizde ve karada işlenen her kötülüğün insanın kendi elleriyle işledikleri yüzünden” olduğu vb. ifade
edilir. Bu âyetlerin bir kısmı konuyu Allah'ın kudret ve irâdesi
bakımından, sonuç olarak, diğer kısmı da insanın hürriyeti ve sorumluluğu bakımından sebepleri bağlamında ele alır. Diğer bir deyişle "bir kısmı tekvini (ontolojik) dir, bir kısmı da teklifi (ehlâki) dir.
İslâm'ın kader anlayışı konusundaki özgün mantığı, ancak söz konusu Kur'an ifadelerinin onun ana fikri ve Allah-insan-âlem
ilişkisi çerçevesinde, vahyin kullandığı üslub göz önünde bulundurularak okunmasıyla doğru kavranabilir. Zira tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de bazı anlayış ve ekoller bu âyetlerin bir kısmını ön plana çıkararak İslâm'ın, ya “kaderciliği” veya “insanın kaderini kendisinin belirlemesini" öngördüğünü iddia ederler. Turan Dursun ve Erdoğan Aydın da birinci grup ayetleri bağlamından ve Kur'an'ın bütünlüğünden soyutlayarak Kur'an'ın katı kaderciliği savunduğu görüşünü ileri sürerler.
“el-Kadr' veya 'el-kader' sözlükte bir şeyin sınırı, miktarı, ölçü-
kıymeti demektir. Allah'ın fili olarak kader, Kur'an'da Allah'ın her
şeyi bir ölçüye göre, sebep sonuç ilişkisi içinde, düzenli, sınırlı, muayyen ve kurallı yaratması anlamında kullanılır:
Kur'an'dan anlaşıldığına göre, sınırsız ve düzenli sebepler sistemi
ilahi orijinli olup, her şey Allah'ın ilmi ve kudreti dahilinde
ama belli bir hikmete ve nizama (sünnetullah) istinaden cereyan
etmektedir ki, “kader"den anlaşılması gereken de budur:
“Allah her şey için bir ölçü (kader) koymuştur.”
İnsan ancak Allah'ın izni ve irâdesi sonucu verilmiş bir güç
ve hürriyete sahiptir. Allah yarattıkları arasında sadece insana hürriyet vermeyi, ona hürriyeti nispetinde sorumluluk yüklemeyi, hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyden sorumlu tutmamayı irâde ettiğini açıklamıştır. Böylece sebep-sonuç ilişkilerine bağlı olarak işleyen ölçüler (kaderler) çerçevesinde insan, seçimleri ve tavırlarıyla kendi konumunu belirler. Bu anlamda insan kendi kaderini kendisi tayin eder. Ancak bütün varlıklar gibi insan da Allah'a rağmen, güç ve hürriyete sahip olamaz.
Kur'an'da, “insanın yaratılışından itibaren nasıl hareket edeceği,
ne yapacağı ve ne olacağı, hatta cennete mi cehenneme mi gideceğinin değişmez sürette belirlendiği, insanın tamamen Allah, tarafından yönlendirildiği" şeklinde bir kader anlayışı yoktur. Böyle bir kader anlayışını her şeyden önce Kur'an açıkça reddeder: Kur'an'da;
“Allah'ın dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi,
doyuralım?"
“Eğer Rahman dileseydi biz de atalarımız da O'ndan
başka bir şeye tapmazdık ve O'nsuz da hiçbir şeyi
haram kılmazdık”
diyen müşriklere,
“Buna dair bilgileri yoktur; onlar sadece vehimde bulunuyorlar.”
denerek karşılık verilir. Kur'an'ın rehberliğinde, Hz. Peygamber'in
eğitimiyle yetişen ilk Müslümanlar da böyle bir kader anlayışına
sahip olmamışlardı; Hz. Ömer döneminde hırsızlık yapan biri
bunu Allah'ın takdiriyle yaptığını söyleyince, Hz. Ömer bu adama
hırsızlığın cezasına ek olarak Allah'a iftira etiğinden dolayı da para cezası uygulamıştır. Hz. Ali de kaza ve kaderi Allah'ın önceden takdiri olarak değil, ezeli ilmiyle bilmesi ve insanlara iyi olanı emretmesi, kötü olanı yasaklaması olarak yorumlamıştır.
Daha sonraki dini, fikri ve siyasi gelişmeler yaklaşık olarak 2.
hicri asrın başlarından itibaren konu ile ilgili tartışmaların sistemli
bir şekilde başlamasına yol açtı. Daha çok fıkıhçı ve hadisçi olarak bilinen selef âlimleri Allah'ın kudret ve irâdesinin mutlaklığı ve
sınırsızlığı ile insanın yükümlülük ve sorumluluğunu birlikte kabul
ediyor ve bu kabulün kaçınılmaz olarak doğuracağı ahlâki açmaz
üzerinde duruyorlardı. Öyle görünüyor ki bazı Emevi yöneticileri haksız uygulamalara girişirken bu uygulamaların ilâhi takdirin
bir gereği olduğunu ileri sürerek zulüm ve haksızlıklarını meşrulaştırmak istemiş ve bunun üzerine kader üzerindeki selefi tavrın istimara elverişli bir şekil aldığı ve ahlâki sorun teşkil edebileceği fark edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Hasan-ı Basri, Ma'bed el-Güheni, Gaylan ed-Dimaşki, Vasıl b. Atâ, Yunus el-Esvari gibi kelâmcılar kader ve insanın filleri konusunu ciddi bir şekilde ele alarak Allah'ın ancak insanların iyiliğine olanı (salah) yaratabileceğini, dolayısıyla hayrın Allah'a fakat şerrin insana nispet edilmesi gerektiğini, şu halde insanın hür irâde sahibi olduğunu ileri sürdüler. Bazı farklılıklara rağmen kader konusunda Eşariliğin, Selefiye'nin; Matüridiliğin ve Mu'tezilenin de Hasan Basri'nin ortaya koyduğu tavrın devamı olduğunu söyleyebiliriz.
Kur'an'ın reddettiği ve insana hürriyet tanımayan bu kader
anlayışı, yazarların da ifade ettiği gibi, insanın sorumluluğunu anlamsızlaştıracağı gibi, onun sömürülmesini de kolaylaştırabilir. İnsanların en çok değer atfettikleri ve onlar üzerinde etkin olan her şey (inanç, ideoloji, para) bilgisizlik veya değersizlik sebebiyle bilerek veya bilmeyerek en çok istismar konusu olabilmektedir.