Gönderi

Efendiler, milletimizin başına giymekte olduğu, cahillik, gaflet, taassup, yenilik ve medeniyet düşmanlığının belirgin işareti gibi görünen fesi atarak, onun yerine bütün medenî dünyaca başlık olarak kullanılan şapkayı giymek ve böylece, Türk Milletinin medenî toplumlardan zihniyet bakımından da hiçbir ayrılığı bulunmadığını göstermek kaçınılmaz oluyordu. Bunu, Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Fakat, bu uygulamada, kanunun yürürlükte oluşu da kolaylık sağlamış oldu denirse, bu çok doğrudur. Gerçekten de, Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olması, bazı gericilerin, Milleti geniş ölçüde zehirlemesine meydan vermemiştir. Gerçi, bir Bursa Milletvekili, yasama görevi boyunca, hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve hiçbir zaman Meclis’te Milletin ve Cumhuriyet’in çıkarlarını savunmak için ağzına bir tek kelime bile almamış olan Bursa Milletvekili Nurettin Paşa, yalnız şapka giyilmesinin aleyhine uzun bir önerge vermiş ve bunu savunmak için kürsüye çıkmıştır. Şapka giydirilmesinin “temel haklara, millî egemenliğe ve kişi dokunulmazlığına aykırı bir işlem” olduğunu iddia etmiş ve bunun, “halka uygulanmamasını sağlamaya” çalışmıştır. Ancak, Nurettin Paşa’nın, millet kürsüsünden alevlendirmeyi başarabildiği taassup ve gericilik duyguları sonunda birkaç yerde, o da yalnız birkaç gericinin, İstiklâl Mahkemeleri’nde hesap vermeleriyle söndü. Efendiler, tekke ve zaviyelerle, türbelerin kapatılması, ve bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritdlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık v.b. birtakım ünvanların kaldırılması ve yasaklanması da Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlükte iken yapılmıştır. Bu konularla ilgili yürütme uygulamaların, toplumumuzun, hurafelere inanan, ilkel bir kavim olmadığını göstermek bakımından ne kadar gerekli olduğu takdir olunur. Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin, arkasından sürüklenen, kaderlerini, hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir Millet gözüyle bakılabilir mi? Milletimizin kendine ait niteliğini yanlış şekilde gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni Türkiye Devleti’nde Türkiye Cumhuriyeti’nde devam ettirilmeli miydi? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına pek büyük ve düzeltilmesi imkânsız bir yanılma olmaz mıydı? İşte biz, Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olmasından yararlandık ise, bu tarihî hatâyı bir daha işlememek için, Milletimizin alnını olduğu gibi açık ve ak göstermek için, Milletimizin mutaassıp ve ortaçağ zihniyetinde olmadığını ispat etmek için yararlandık. Efendiler, Milletimizin, sosyal, ekonomik, kısacası bütün medenî iş ve ilişkilerinde feyizli sonuçlar veren yeni kanunlarımız da, kadın hak ve hürriyetlerini sağlayan ve aile hayatını sağlamlaştıran Medenî Kanun da bu sözünü ettiğimiz devrede çıkarılmıştır. Görülüyor ki, biz her araçtan yalnız ve ancak bir tek temel görüşe dayanarak yararlanırız. O görüş şudur: Türk Milletini medeni dünyada, lâyık olduğu konuma yükseltmek, Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün daha çok güçlendirmek… ve bunun için de baskı fikrini öldürmek..
Sayfa 1372Kitabı okudu
·
78 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.