Öncelikle beni yoran bir kitap olduğunu söylemeliyim. Roman okur gibi içine gömülebileceğiniz bir kitap değil kesinlikle. Not defterim ve kalemimle makale okur havasında not alarak, altını çizerek, bilmediğim noktaları araştırıp öğrenerek ve salim bir kafayla okumaya çalıştığım bir kitap oldu. Bunda kitabın sıklıkla tıbbi terimler ve bilimsel verilerden yararlanarak hastalığı tıp diliyle anlatmasının büyük etkisi var. Ölümcül hastalıklara yakalanan hastaların vücutlarındaki sistemsel değişiklikleri tıp diliyle anlatıyor. Bir insan kansere yakalandığında vücudunda neler yaşanır? Skleroderma teşhisi konulan birisinde nasıl belirtiler çıkar? Alzheimer hastalığını neler tetikler? Bu hastalıkları anlatırken araya hastalarının hikayelerinden alıntılar eklemese bir tıp kitabı okuduğumu ya da bir tıp finaline çalıştığımı düşünebilirdim.
Ancak kitabı bir tıp kitabından ayıran çok önemli bir nokta var ki insanın dikkatini vermesini sağlayan da bu zaten. Kitapta sıklıkla duyduğumuz kelime stres. İçimizde bilinçsizce yarattığımız kaygılarımızın, düşüncelerimizin, içimize atarak büyüttüğümüz ve üstünü kapatıp bahsini açmak istemediğimiz travmalarımızın yarattığı stresin sağlığımız üzerindeki olumsuz etkilerini anlatırken hassas bir iç alemimiz olduğunu ancak bunun farkında olmadığımızı farkettim.Dengemizi neler bozuyor, neyi görmezden geliyoruz, bedenimizin hayır dediği ancak bizim bedenimize zorla kabul ettirmeye çalıştığımız ruhlarımızı körelten olumsuz etkiler neler? Bu sorulara cevap vermedikçe ve yüzleşmedikçe stresin muhtemel olumsuz etkilerinden nasibimizi alıyoruz maalesef.
Yazarımız da bir doktor ve kendilerine başvuran hastalarına sorduğu sorular genel olarak aynı. Eleştirdiği nokta da aynı. Hastalarının herkes tarafından bilinen ve sürekli tekrarlanan fiziksel ve içsel rahatsızlıklarının tıbbi gerekçelerinden çok onların yaşam öyküleriyle, özellikle çocukluk dönemleriyle fazlasıyla ilgileniyor.
Çünkü araştırmalarına göre aynı hastalıklara yakalanan insanların büyük bir kısmının kökeninde ortak bir kişilik ve karakter özelliği , çocuklukta yaşanmış travmatik duygusal kayıplar ve olaylar, benlik duygusunun yitirilmesi söz konusu.
Mesela ülseratif-kolitli hastalar üzerinde yapılan bir araştırmada hastaların büyük çoğunluğunun obsesif-kompulsif kişilik özelliklerine rastlandığı tespit edilmiş. Yani aşırıya kaçan tertipli, dakik, aşırı vicdanlı ve aşırı düşünselleştirme gibi.
Farklı bir örnek romatizmaya yakalanan insanların genelinin sıkıntılara sessizce göğüs geren şikayetlerini dillendirmeyen insanlar olduğu tespit edilmiş.
Gerçekten hayat dersi niteliğinde mesajlar alınabilecek bir kitap olduğunu düşünüyorum. Hayatın her alanında insana ders veren, sağlımızın kıymetini bilmemiz gerektiğini bizi düşünerek anlatan bir kitap.
Kitabı okurken şunu düşündüm. Bu dünyada hassas kalpli olmak, incitmemeye çalışmak, fazla düşünceli olmak, aşırı duygusal ve vicdanlı olmak, aşırıya kaçan yardımseverlik, insanın kendisinden fedakarlık etmesi kendini yiyip bitirmesine ve ileride belki de yakalanması muhtemel hastalıklara davetiye çıkarıyor.
Benlik duygusuna sahip bir insan olarak insan içine çıkıp yaşamanın anne karnından itibaren başladığını ifade etmesi de beni etkileyen önemli bir noktaydı. Karakterli ve güçlü bir kişilik özelliğine sahip olmanın iyi bir ebeveynlikten geçtiğini anlattığı noktalar anne baba adayları için de okunması gereken yerlerden birisi.
Sonuç olarak kendimize yeterince saygılı olup başkalarının duygusal ihtiyaçlarından öte kendi ihtiyaçlarımızı düşünüp vücudumuzun bize bir emanet olduğu bilinciyle hareket etme, en değerli hazinenin kendimiz olduğunu bilerek bu hazineyi güvende tutma dünyadaki yegane amaçlarımızdan biri olmalı.
Doktorumuz Gabor Mate’in güzel bir alıntısıyla bitirelim.
“Herkesin gözyaşını ben dökemezdim, kendime bakmak zorundaydım...
Kendinize bakmanız gerektiğini anlamanız çok önemli, zira kendinize bakmadan kimseye bakamazsınız.”