Hayat bir sinir ve lif sorunudur, hücre sorunu. Düşüncelerimiz bu ağır oluşan hücrelere girip gizlenir, tutkularımız buralarda barınıp düşler kurar. Sen kendini güvenlikte sanırsın belki, güçlü olduğuna inanırsın. Gel gör ki bir odada ya da sabahleyin gökyüzünde gözüne rastgele çarpan bir renk tonu bir zamanlar sevdiğin bir kokunun beraberinde getirdiği gizli anılar, çoktan çalmadığın bir müzikten bir ezgi, unutulmuş bir şiirin yeniden karşına çıkan bir satırı... İnan bana, Dorian, hayatımız böyle şeylere bağlıdır.
...Öyle anlar olur ki burnuma birden beyaz leylak kokusu gelir, hayatımın en tuhaf ayını yeni baştan yaşamak zorunda kalırım.
Lord Henry başını salladı. "Bilmek her şeyin sonu olur. Çekici olan bilememektir. Sis her şeye harika bir güzellik katar."
"Ya da insana yolunu şaşırtır."
"Bütün yolların sonu aynı noktaya çıkar, biricik Gladys."
"Ya o nedir?"
"Hayal kırıklığı."
Biraz önce ölen o sefil köylünün bile durumu benden daha iyi. Ölümden korkum yok benim. Beni dehşete düşüren ölümün gelişidir. Ölümün o dev kanatları çevremizdeki şu kurşun gibi ağır havanın içinde kulaç atıyor sanki.
Kişinin kendi kendini suçlaması doyum verici bir lükstür. Kendimizi suçladığımız zaman başka hiç kimsenin bizi suçlamaya hakkı yokmuş gibi gelir. Kişiyi günahtan arındıran itirafın kendisidir, yoksa günah çıkartan papaz değil.
Ruh ve beden, bedenle ruh: Nasıl da gizemliydiler! Ruh hayvanlaşabiliyor, beden de sırasında ruh kesiliyordu. Duyguların yücelttiğini zihin aşağılayabiliyordu. Tensel itkinin nerede bitip fizik itkinin nerede başladığını kim bilebilirdi? Sıradan, ruhbilimcilerin gelişigüzel tanımlamaları nasıl da sığdı! Öte yandan çeşitli ruhbilim okullarının savları arasında seçim yapmak ne kadar zordu! Ruh acaba günah evinin içinde oturan bir gölge miydi? Yoksa beden mi aslında ruhun içindeydi, Giardano Bruno'nun düşündüğü gibi. Ruhun maddeden ayrılması da bir sırdı, tıpkı ruhun maddeyle birleşmesinin bir sır olduğu gibi.
Lord Henry merak etmeye başlamıştı: Acaba psikolojiyi alabildiğine kesin, mutlak bir bilim dalı haline getirerek en küçük yaşam pınarlarının bile göz önüne serilmesini sağlamak elimizde miydi? Şu durumda kendi kendimizi hep yanlış anlıyor, başkalarını da pek seyrek anlayabiliyorduk. Deneyim denen şey etik yönden bir değer taşımıyordu. İnsanların hatalarına verdikleri bir addan ibaretti. Ahlakçılar genel olarak bunu bir tür uyarı saymışlar, kişiliğin gelişmesinde etik bir yararı olduğunu ileri sürmüşler, neyi izleyip neden kaçınacağımıza ilişkin bir işaret diye övünmüşlerdi. Şu var ki deneyimde itici güç yoktu. Ortaya koyduğu tek gerçek, geleceğimizin de geçmişimize eş olacağıydı; bundan önce bir kez, tiksinerek işlediğimiz günahı bundan böyle birçok kez işleyecektik, hem de seve seve.
Gençliğiniz öylesine kısacık sürecek, öyle kısacık. En basit kır çiçekleri de solar, ama sonra gene açarlar. Şu sakız salkımı gelecek haziranda da tıpkı şimdiki gibi sapsarı olacak. Bir ay içinde şu filbahri dallarında mor yıldızlar açacak, Tanrı'nın her yılı yapraklarının yeşil gecesinde mor yıldızlar barınacak. Oysa bizim gençliğimiz bir daha geri gelmez. Yirmi yaşındayken nabzımızda vuran sevinç zamanla körelir. Bacaklarımız tutmaz olur, duyularımız çürür. İğrenç kuklalara dönüşürüz. Korkup kaçtığımız tutkuların, tadına bakmaya cesaret edemediğimiz nefis günahların anısı bize rahatlık, dirlik vermez. Ah, gençlik! Gençlik! Dünyada gençlikten başka hiç, ama hiçbir şey yoktur!
Korkunç acı çekeceksiniz... Ah, gençliğiniz elinizdeyken değerini bilin! Günlerinizin altınlarını sıkıcı kişileri dinleyerek, ciğeri beş para etmeyenleri adam etmeye çalışarak boşa harcamayın; hayatınızı cahillere, adilere, kabalara adayarak yazık etmeyin. Yaşayın! İçinizdeki şahane ömrü sürün! Hiçbir şey boşa gitmesin. Her an yeni heyecanlar arayın. Hiçbir şeyden korkmayın... Yepyeni bir hedonizm: İşte yüzyılımıza gerekli olan bu. Siz bunun gözle görülür simgesi olabilirsiniz. Şu varlığınızla yapamayacağınız hiçbir şey yok. Bir mevsimliğine dünya sizin...