"Oh! Köpeğim için bana bir kemik vermek lütfunda bulununuz dedim.
"Yalnız bir kemik; başka bir şey istemiyorum; ağzına atacak bir şey..."
Bana bir kemik verdiler, üstünde hâlâ biraz et kalmış güzel bir kemik, ben de onu ceketimin altına soktum. Adama o kadar hararetle teşekkür ettim ki hayretle yüzüme baktı.
"Bir şey değil," dedi.
"Böyle söylemeyiniz," diye kekeledim, "çok büyük iyilik."
Ve çıktım. Kalbim kuvvetle çarpıyordu.
Mümkün olduğu kadar uzaklara dalarak Demirciler çıkmazında gidiyordum ve bir avlunun yıkık arka yerinde durdum. Hiçbir tarafta ışık görünmüyordu, etrafımda mukaddes bir gölge hüküm sürüyordu; kemiğin etini kemirmeye başladım.
Bunun tadı yoktu; kemikten mide bulandırıcı bir bayat kan kokusu yükseliyordu ve hemen kusmaya mecbur oldum. Bir kere daha denedim, şu et zerresini gövdemde saklayabilseydim tesirini gösterecekti. Fakat yeniden midem bulandı. Öfkelendim, eti şiddetle ısırdım, küçük bir parça kopardım ve zorla yuttum. Yine de hiçbir faydası olmadı: Küçük et parçaları midemde kızışınca yukarı vuruyorlardı. Yumruklarımı delice sıktım, yeisimden ağlamaya ve eti kemirmeye başladım; o kadar ağlıyordum ki gözyaşlarımla kemik pislendi ve ıslandı, kustum, yemin ettim ve yine kemirdim, kalbim parçalanırcasına ağladım ve bir daha kustum. Ve yüksek sesle dünyanın bütün kudretlerimle cehennem azabı diledim.