Kanatları olsun ister. Toprak kokusu gelir burnuna. Şu yağmur sonrası kokan toprak değil ama. Çürüyen insanın kokusudur, toprağa karışan. Gene de kıpırdanmak ister. Kıpırdanıp canlanıvermek.... Bir gülün dikenli sapı kıpırdanır. Alttaki kıpırdananın kımıldatması değildir bu. Akşamın alaca karanlığıyla birlikte esen yelin aldatmacasıdır. Açılıverse mezar. Yürümeye başlasa mezarlıkta. Dudaklarından hiç eksik etmediği bir de cıgarası olsa... Dursa.... Çevresine bakınsa. Gözlüğünü bulamasa... Mezarlıkta çıksa bile, gene de kanatları olsun ister. Uçacaktır uzaklara. Uçup başka bir ülkedeki mezarlığa konacaktır. Geldim dost diyecektir. Geldim.
"Nereden gelirse gelsin, şu otuzyedi yıllık ömründe, fabrikayı ilk kez görüyor ve ilk kez gör düğü yerde, çalıştırılıyordu. Ellerine baktı bir ara.
Eldivenliydi elleri. Yıllarca, toprakla kardeşleşmiş derisinin üzerine geçirdiği bu plastikten eldivendi, en çok yadırgadığı. Sanki, canlı, cansız herşeyle ilişkisinin koparıldığını, yaşananla arasına bir duvar, duvardan da yüce bir kalenin örüldüğünü sanıyordu. Ellerinin bozulmasına, hattâ asitli suda parçalanıp yanmasına razıydı. Yeter ki, şu plastiği ellerinin üzerinden söküp atabilsindi..."
Sırtında Emile Zola'nın ünlü Germinali vardı. Dün de Kerbelâ Vakasını taşımıştı. Belki de yarın, Lenin'in bir kitabını taşıyacaktı. Ya öbürgün... Bir aşk romanı... Hasan Dayının sırtında, dünya edebiyatı gidiyor, geliyor... Vitrinler kitaplarla doludur. Vitrinlerde pırıl pırıl kapakların içinde yazarın emeği, matbaacının, dağıtımcının komisyonu... Her kitapta Hasan Dayıdan duyulmayan bin inilti. O taşır, o geri basar, o beli iki büklüm kitapların formasını sırtlar. Bazan zeka testleri, o çöker. Sonra insanlıktan bahseden binlerce kelime vurulur sırtına.