Güzele Bakan Karınca kitaplarını, Güzele Bakan Karınca sözleri ve alıntılarını, Güzele Bakan Karınca yazarlarını, Güzele Bakan Karınca yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
“Bir ülkede alan alır, satan satar kimse tınmazsa, yolsuzluk, rüşvet, kapkaççılık, haraç, hazıryiyicilik, emeksiz kazanç gırla giderse, bir ülkede soyunup dökünen birtakım insanlar trilyonlar kazanıp vergilerinin büyük bir kısmını ödemeyip ortalarda salınıp gezerlerse, bir ülkede hayalî şirketler icat edilip elde edilen büyük büyük paralar dış bankalara kaydırılırsa, bir ülkede suçlu görülen büyük vurguncuları atı alıp Üsküdar’ı geçerlerse, bir simitçinin seyyar tablasından ne istenir anlayamıyorum.
Gelin de haktan hukuktan söz edin. Bu kalabalık dünyada kazancını doğru yoldan sağlayanlar için aslanın ağzındaki ekmeği alabilme savaşının ne denli zor olduğunu bilirim.”
“Bugün aramızda olmayan, ressam Malik Aksel çeşitli yazılarını topladığı İstanbul’un Ortası adlı kitabında ‘Eski İstanbul’un en övülen yanı terbiyesi, nezaketi, dili idi. İstanbul’un meşhur külhanbeyleri, tulumbacıları bile terbiye ve nezaketleri ile övünürlerdi,’ der. Hatta bir örnek gösterir. Konağa yeni girmiş aşçı yamağı helvaya ‘halva’ dedi mi, hemen pabuçları eline verilirmiş. İstanbullu olmak, demek ki bir eğitim, bir mektep meselesi imiş.”
“Sahi bir zamanlar çay tabaklarında, kahve fincanlarında ‘Afiyet olsun’ yazıları olurdu... Bu yazılar sessizce ifade edilmiş sevgi sözleriydi; misafir için tebessüm niteliğinde küçük armağanlardı. Şimdi bu tür yazıları bir tabak kıyısında bulabilmek ne mümkün? Bakın bir zamanlar misafirle sessiz konuşmaların bir ifadesi olarak havlu kenarlarında beyitler de yer alırmış. İşte bunlardan biri:
Ey misafir kıl namazın, kıble bu caniptedir
İşte leğen, işte ibrik, işte peşkir iptedir.”
“Biraz İskilipçe söyleyim size
Unutmasın kimse kalsın geriye
Büyükanne EBE, su kabına HELKE
Evete de HEE denir İskilip’te
Lahanaya İLAHNA, elmaya ALMA
Salatalıktır ZAVZA, cacıktır ÇIRPMA
Alışveriş AVSATA, mendil MAHRAMA
İnceye de YOHA denir İskilip’te.’
‘İlimonu ıramazanda irafa’ koydum tekerlemesi hükmünü sürdürüyor. Türkçede L,R gibi sessizlerin başına sesli I veya İ getirme hadisesi henüz şehirleşmemiş demek ki... İşin hoş yanı Anadolu insanı, sesli harfin başına da sessizi yakıştırıyor. Ayvaya hayva demesi gibi. Bir de Rumeli şivesini hatırlayın; bazı kelimelerin başındaki sessiz harfler düşüverir. Mesela ‘her’ yerine kısa yoldan ‘er’ denmesi gibi.”
“Kimi zaman konuşma sanatının da bir okulu olmalı diye düşünüyorum. İmparatorluk dilinin şimdiki çoraklığını görüp içim burkuluyor. Hezarfen’ ‘Hazerfen’ diyenler Hezarfen Ahmed Çelebi’nin hayatını film yaparlarsa gerisini siz düşünün... Oysaki hazer Farsça ‘sakın’ anlamındadır; hezar ise ‘bin’. Hezarfen bin fenne sahip, bin türlü ilim sahibi demektir. Doğrusu da budur. Kelimeyi doğru şekliyle telaffuz etmemek, bilgisizliğin, araştırma ve öğrenme tembelliğinin her alanda egemenliği demek oluyor. Şu halde dil faciası kültür faciasıyla iç içedir.”
“Mesnevi’de geçer: Padişahın biri Hindistan’da bir ağaç olduğunu işitir. Onun meyvesini yiyen ne ihtiyarlar, ne de ölürmüş... Adamlarından birini görevlendirip o ağacı bulması için Hint diyarına yollar. Adamcağız âbıhayat ağacını bulabilmek uğruna şehir şehir, köy köy, dere tepe, çöl çöl gezer de bulamaz bir türlü. Görenler de ‘Yazık bu adama. Ne arıyor böyle derler?’ Adamın ölümsüzlük ağacını aradığını öğrenince, kimileri onunla eğlenir ‘Filan yerdedir...’ diye oraya buraya sürüklerler.
Böylece, araya araya yıllar geçer. Artık ümidini kaybedip döneceği sırada erenlerden birinin dergâhına yolu düşer. Oranın âlimi ve velisi olayı öğrenir. Der ki ‘Bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir. Sense dış görünüşe kapılıp yolunu kaybetmişsin. Niye bu ağacın ismine yapışırsın da bu hale düşersin? İsimden vazgeç sıfata bak... O ilimdir. Bazen ismi ağaç olur, bazen güneş, bazen ırmak... Sen manayı elden bırakmışsın. Onun için aradığını bulamıyorsun...”
“Zamanın modası önde olmak, açıkgözlük yarışı... İlme de, sanata da politikaya da bu hastalık bulaşmış. Üstünlük savaşının yenilmez erleri kürsülere çıkıp saatlerce konuşmayı severler... Konserlerde, konferanslarda daima birinci sırada otururlar. Topluluklarda en fazla, en yüksek perdeden konuşan onlardır. Onlar fikirlerinin büyük, yaptıkları işlerin hiç kimsenin yapamayacağı işler olduğunu düşünürler; böyle inanmışlardır... Bunun için de kendilerinin dışında herkesi birer figüran olarak görürler... Oysa Âşık Veysel şöyle sesleniyor insanoğluna:
‘Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın, ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz.
Sen gümüşsün, ben sac mıyım?”