Üçüncü bir kavle göre, eski şeriatlerin hükümlerinden, Kur'an ve sünnette haber verilip neshi sâbit bulunmayanlar, Hazret-i Muhammed'in şeriati hâline gelir. Hanefilerden Ebû Mensur, Kâdi Ebû Zeyd, Serahsî ve Pezdevî ile müteahhirîn ulemâsının tamamı böyle düşünmektedir. Hanefî mezhebindeki muhtar kavil de budur. Hazret-i
İstihsan üç mezhebde de delil olup; Şâfi'î mezhebinde değildir. Hatta İmam Şafi'î bunu reddetmek için İslâm hukuk metodolojisine dair yazmış olduğu Risâle adlı kitabında uzun bir bahis kaleme almıştır. Buna rağmen, bilhassa sonraki Şafi'î hukukçularının istihsana çokça müracaat etmişlerdir. Bu da İmam Şâfi'î'nin keyfi maksadlarla yapılan ve istihsana benzeyen tatbikata muhalif olduğunu göstermektedir. İslâm hukukçuları, bilhassa Hanefiler istihsanı neredeyse kıyastan daha çok kullanmışlar ve buna doğrudan istihsan adını vermekten kaçınarak, yerine göre, "örf yoluyla istihsan", "zarûret yoluyla istihsan" veya "maslahat yoluyla istihsan" demeyi tercih etmişlerdir. Bu sebepledir ki, örf, maslahat, zarűret, sedd-i zerâyi', umumî belvå gibi deliller, Hanefî mezhebinde müstakil delil olmaktan ziyade, istihsan serlevhası altında hükümlere esas teşkil eder.
Kur'an-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için sarf, iştikak, nahv, kitâbet, iştikak-ı kebir, lügat, metn-i lügat, belâgat (beyân, meânî, bedî'), inşa' ve haber gibi on iki âlet ilmini ve ayrıca usûl-i tefsîr, mantık gibi ilimleri iyi bilmekle beraber, âyetlerin ibâre, işâret, delâlet, tazammun, iltizâm ve iktizâ cihetinden mânâlarını (tefsîr metodlarını); esbâb-ı nüzûlü (yani her âyetin ne zaman, ne sebep-ve kimler için nazil olduğunu); âyetlerin hangi hadislerle ve nasıl izah edildiğini; nâsih ve mensûhu (yani geçici hükümleri); cerh ve ta'dîli (yani rivayet ehlinin hâlini) iyi bilmek; ilm-i kalbde mütehassis olmak lazımdır. Bu ilimlere málik olmayan kimsenin, tefsîr yapması câiz değildir. Yaparsa, kendi görüşü ile yapmış olur ki, hadis-i şerîf ile men edilmiştir.24
Sayfa 93 - 24)Taşköprüzáde, 412-413; Sava Paşa, 1/77; Bilmen, Tefsir Tarihi, 1/123-140. Bu hususta etraflı malumat için bkz. Suat Yıldırım: Peygamberimizin Kur'anı Tefsiri, İst. 1983.öKitabı okuyor
İctihadlarında yeri geldikçe sık sık kıyasa müracaat etmesiyle tanınan İmam Ebû Hanife'yi, aklı nakle tercih etmekle itham edenler olmuştu. Hatta Oniki imam adı verilen büyük âlimlerden Muhammed el-Bakır (bir rivâyette Hazret-i Hasen'in oğlu Muhammed) ile görüşmelerinde, İmam Bakır, "Sen aklı nakle tercih ediyormuşsun?" diye sitemde bulunmuş: İmam Ebû Hanîfe de, "Allah saklasın!" dedikten sonra, "Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? Namaz mı daha faziletlidir, oruç mu? Bevl mi daha pistir, meni mi?" şeklinde üç sual sormuş; bunlara "Kadın daha zayıftır. Namaz daha faziletlidir. Bevl daha pistir" istikametinde beklediği cevapları aldıktan sonra: "Eğer ben nakli değil de aklı esas alsaydım; kadına, kendisinden fiziken daha güçlü olan erkeğin iki katı kadar miras hissesi verirdim. Kadınlara hayız zamanlarında kazâya kalmış oruçlarını değil de, bundan daha faziletli bir ibâdet olan namazlarını kaza etmelerini emrederdim. Meniden daha pis olan bevilden sonra gusledilmesini, meniden sonra ise yalnızca abdest alınmasını ictihad ederdim" demiştir. Bu cevabını İmam Bakır beğenmiş ve bu yolda devam etmesini söylemiştir. İmam Ebû Hanîfe, bir başka sefer de "Akıl nakilden üstün olsaydı, unutarak oruç yemeyi, hatâen yemeye kıyas eder ve orucun bozulacağını söylerdim. Ne var ki hakkında hadîs vârid olmuştur. Binâenaleyh nass, akla tercih edilir" demiştir.3