Ezanın Türkçeleştirilmesini, "Herkes tarafından kolayca anlaşılması isteği" ne bağlayanlar, ne hikmetse, "kurtuluş" anlamına gelen "felah" kelimesini Türkçeleştirmekten kaçınmışlardı. Belki de, namazı "kurtarıcı" olarak ilan etmek istememişlerdi.
Cebimiz dolduğu ölçüde sanki ruhumuz boşalıyor. Hassasiyetlerimiz “zamanaşımı”na uğradı: “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” dedik, yüreğimize bir tekme salladık!
Sağlıklıydık ...
Fransız gezgin M. de Thevenot, Relation d'-un voyage fait an Levant (1665, Paris) isimli kitabının 148. sayfasında diyor ki:
“Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalık hiç birini bilmezler. Öyle zannediyorum ki Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karma karışık şeyler yemezler. Umumiyetle içki içmezler ve sürekli spor yaparlar.”
Kendimizi tanımak için okumaya devam: "Yemeklerden evvel ve yemekten sonra ellerini yıkamak Türkler arasında o kadar umumi bir adet hükmünü almıştır ki insanların el yıkamalarına vesile olmak üzere Allah'ın gıdaları yaratmış olduğundan adeta bir darb-mesel şeklinde bahsederler."
Minarelerde ezan, Hırka-ı Saadet'te Kur'an sustu. Ardından camiler satılmaya, başka maksatlar için kiralanmaya başlandı.
Cami satmaktan cami yapmaya gelen Türkiye'yi kutlamak lazım...
Ne demiş Ömer Hayyam :
"Tarih, kâinatın vicdanıdır."