'' An diye bir şey yoktur ,gelmekte olan dalga artık kırılmıştır, bir kanat olmayı bırakan yaprak çok geçmeden kurumuş bir halde ayaklarınızın dibine düşecektir.''
Fırçayı değiştirip geriye bir iki adım atmam, "portrede" her zaman bir yüz oluşturmak için yaptığım karmakarışık çizimi netleştirmeme ve bir çerçeveye oturtmama yardımcı oluyor ve içimden cevap veriyorum: "Bilmiyorum"
Gerçekten adalet dağıtmakla uğraşan, işi dert vermek olmayan ve sanattan anlayan bir kutsal varlık, yaşamımız süresince en az bir kez kulağımıza eğilip, "Madem doğdun, o halde İtalya'ya git," demeliydi.
Elimi hareket ettiriyorum ve biliyorum ki onu hareket ettiren benim iradem, ben hem o iradeden hem de bu elden ibaretim.
Dirseklerimi masaya dayıyorum ve tahtalar üzerindeki basıncını ve tahtaların onlara karşı direncini hissediyorum. Bu refah
fiziksel değil, belki de sadece sonunda fiziksel olacak, bir hareket noktası değil, aksine ulaştığım nokta. Bu sayfaları baştan
sona yeniden okuyorum ve sayfanın çevrilebileceğini gösteren bir yer, durum, kelime ya da ara çizgi arıyorum: Kendimi her an aynı, her an değişmiş hissediyorum. Katedilen yol ile varacağım yer arasında bir yerde zamanın kesin bir duraklamasına
ihtiyacım var. Gaz halinden katı hale geçişte yarı sıvı haline ihtiyacım var (temel kimya derslerini hatırlamam için), dolayısıyla
hareketi daha iyi anlamam için biraz durmam gerekiyor.
Kurduğumuz bu ilişkinin nedenlerini aramaya koyulsak, makûl herhangi bir neden bulamayacağımıza eminim; ne var ki egoizmimiz nedeniyle, tahammül etmek istemediğimiz küçük bir yalnızlıktan duyduğumuz korkudan beslenen tepkisizlikle, dostluğumuzu sürdürüyoruz. Sonuç olarak, bizi gruba bağlayan, biz ayrılsak da grubun devam edeceğini bilmemiz. Beraber olduğumuz sürece kendimizin de vazgeçilmez olduğunu düşünmeye devam edebiliriz. Gururla ilgili bir durum bu anlayacağınız.
"Seninle olmaktan mutluyum." Birisine bundan daha güzel bir başka sözün söylenebileceğini sanmadığım gibi, bundan daha fazla hoşuma gidecek başka bir sözü duyacağımı da düşünemiyorum.