Yirmi iki yaşında bir yazarın ilk kitabı bu kadar hüzünlü mü olmalıdır? Hangi yaşam deneyimi onu bu hale getirmiştir ki tüm karakterleri acıklı bir öykünün başrolünü oynamaktadır.
Şeker Portakalı'nı okuyanlar, okurken gözyaşlarını tutamayanlar, yazarın zaten ağır basan duygusallığını ve zor bir yazgıya sahip karakterlerini iyi bilirler. Bu kitabında da tamamen yaşanmış ve yaşanabilecek bir öyküde insanların gerçek benliklerinin cesurca dışa vurulduğunu görüyoruz.
Bir insanı bütünüyle ele aldığımızda bazı sınırları olduğunu fark ederiz. Fiziksel gücünün bir sınırı vardır, aklının sınırları vardır; hep köşelere çarparak yaşar. (belki de bundan, bilemiyorum) Yalnız acımasızlığı sonsuzdur. Sonsuz kini, hırsı, intikam duygusu olabilir bir insanın. İşin kötüsü bunlardan tek bir kişide var olması, herkesin tekrar tekrar kullanma hakkını kendinde bulmasına sebep olur. Ve sonunda dünya acımasız insanlar arasında acınası bir yer oluverir.
Kitabın hakim duygusu olan kötülüğün yanısıra içinizi ısıtacak bir dostluk, vicdan, pişmanlık gibi yatıştırıcı duygular da sizi sarıp sarmalıyor. Bazı şeylere olan inancınızı yitirmeyesiniz diye.
Çok derinlik ve yoğunluk beklemeden keyifle okunabilecek bir eser, pişman etmeyecektir.
Sevgiyle..