Eski insanlar namazlarını vaktinde ve bilhassa cemâatle kılmaya dikkat ve îtinâ gösterirlerdi. Câmi, kalabalıkların en kolay ve en samîmî bağlarla sosyalleşebildikleri ve kendi aralarında bir aşinâlık alış verişi mânevî bir köprü kurdukları bir mahaldi. Öyle ki, insan oğlu kendi kendini madde âleminin günlük boğuntusundan, iş gibi, yemekiçmek, uyku gibi mekanik esâretinden bir mânevî istiklâl bölgesinin huzur ve emniyetine atmak sûretiyle hürriyete ilticâ ederdi.
Bir vakitler kıl kadar aksaklık göstermeyen o nizamlı âhenkli devlet, şimdi ilimden de, ihlâstan da, teşebbüs ve gayretten de mahrum kütlelerin elinde idi. Bu uykulu ve korkulu gidişin tek çâresi, cehâletle güreşmek ve onu yenmekti. Lakin Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu'nun ölüm fermânını yazmıştı. Onun için de pâdişâhın her iyi işine kötü diyen, her isabetli hareketini yanlışlıkla damgalayan ve her adımını köstekleyen bir yaygaracı sınıf hazırlanıp piyasaya sürülmüştü. Altın keseleriyle gaflet birleşince, elbetteki bu kampanyayı yürütecek zümreler de eksik olmazdı, nitekim olmuyordu da.
İnsan oğlu, biyolojik ve psikolojik istiklâline rağmen çözülmeyen bir bilmece idi. Fakat yaratılış boyunca da kendi mahdut idrâkiyle, kendi bilmecesini çözmeye uğraşmaktan geri durmamıştı. Kollektif bir varlık olan bu insanın uzviyetine, bir sosyal hücrecikler kolonisi denebilirdi. Fakat organik hayatımızın bu akıllara durgunluk veren nizâmını idare eden kumanda makinesini, kimin nasıl idare ettiği keyfiyeti, işte insan oğlunun bütün tecessüsüne rağmen ebedi bilmecesi, ebedî meçhûlü bu idi.