Şule Gürbüz de özlem ile gitmek arasında şöyle bir ilişki kurar:- özlem nasılsa gidip gidip hep durmaktır kendinde.
(Ağrıyınca Kar Yağıyor, s.40)
Buna göre, özlem, sürekli gitmektir gitmekte olmanın sürekliliğidir-; ama, aynı zamanda, sürekli durmaktır-durmakta olmanın sürekliliğidir- nasılsa içiçe durur bu iki durum hep gitme ile hep durma... Bu da bir çelişme değil:-
Özlem, gitmiş bir durmadır Özlem, durmuş bir gitmedir...
Şimdiki papazlarla bizim imamları yan yana oturtup konuştursan maç falan konuşur, Kurtuluş'taki kokoreççiden bahsederlermiş. Bunu da olgunluktan, barışseverlikten sayarlar, öyle gösterirlermiş. Dişe diş gelecek bir şeyi olmayana barış imdat edermiş, barışı onlar çağırmazmış, kavga bile edemedikleri için zaten kıvrışır dururlarmış. Kavga bile edemeyenin barışında barış ne ilk ne son çare imiş. Buradaki barış, cehaletin ve hımbıllığın kıpırdatamazlığı hâlindeki hasır iskemle imiş. Oraya çöğdürülüp oturulurmuş.
Derler ki zaten her şey 17. asırda bitmiş, 18. sürükleyici, 19 mukallit, 20 maskara, Allah korusun ilerisi sefalet fidanlığı, esfel hazırlığı, yangın yeri depoluğu, Lut toprağı imiş.
Dünya işte, önden giden arkadan gelene gülermiş, bir bildiği olduğundan mı, nelerin gittiğini görüp kalanla eğleşecek olanın hâline mi, işte böyle bir hâl imiş. Demek dünya gülünecek yer, yaşananlar bir müstehzi nazar bırakıp terk edilecek şeyler imiş. Öyle ya hayatı kim ölüden iyi bilirmiş.
Gün güne ekli mi, günler günlerin içinde yavaş mı, birbirinın devamı mı, her gün ayrı bir ömür mü, galiba bunları ayrı ayrı duydum ve yaşadım. Bazı gün tek başına başka her günden ayrı başka her günden uzun ve apayrı bir ömre ait gibiyken, bir başka gün öbürünün geceden bıraktığını devralıp sündüren, inceltip kopararak bir bağımsız güne hazırlayan yapıdaydı. Saatler eşit değildi, günler eşit değildi, 1988 yılının Ağustos ayı ile bir başka ağustos aynı uzunlukta değildi. 21 Aralık hep en uzun gece değildi, hatta hiç değil. di...
Kendiyle kalmaya ve olacağa da bulacağına da razı olmaya meylediyordu, kalbi kendine meylediyordu, aşk kendine
ve yaşayacağı hayata çarpıyordu, inanç arayıp bulacağı, ikide bir kaybedeceği civasıydı, alacağı zevk kendi ile misillenecekti.
Dünyanın görünen yüzü bile çoğuna fazla iken karanlık tarafına ve derununa bakan benim gibi göremese bile süresiz bir baş dönmesi ve heyelanla çevrili Sadullah Efendi, beni görüyor musun, beni görsen dünyanın karanlık tarafını, gece iken gündüzü, gündüzken korkulu gece hazırlıklarını görürsün.
Rüyalar doğru çıkar, üç yol var denince önce kendine bakacaksın ve herhalde üç kat merdiven çıkacak ya da ineceğim diyeceksin, kendi kendinin yorumcusu böyle olunur. Para gelecek denince önce cebini yoklayacaksın, hiç mi yok, demek ki canın çıkarsa şöyle bir elli kuruş gelecek, zaten elli kuruşun varsa çoktan hak ettiğin ama bir türlü eline geçmeyen bir liranın yirmi beş kuruşu eline geçecek. Bir kadın mı gördün, emin ol ki o seni görmedi. Ama seni de gören biri var işte o gelecek, ama sen onu gelenden saymadığın için geldiğini bile anlamayacaksın.
Bekleyeceksin sabrın da kıt olduğundan senden daha evvel beklemeye başlamış birini hah diye alacaksın, daha eskinin hiç sesi çıkmaz, o yüzden onu mazlum, kendini galip zannedeceksin.