“Öyle yaralar vardır ki hayatta, ruhu cüzzam gibi yalnızlıkta yavaşça yiyip bitirirler.”
Fars edebiyatının ilk romanı sayılan gizemli kitap bu cümleyle başlıyor. Birçok yayınevi tarafından basılan eseri ben, Kırmızı Kedi yayınlarından “Okan Alay” çevirisiyle okudum. Çevirmenin dilsel, tarihsel kültürel bakımdan kitabı, layıkıyla yorumladığını düşünüyorum.
Kör Baykuş’u okurken divan şiiri okuyormuş gibi geleneksel Doğu söyleminin içinde buldum kendimi. Yazarın Klasik Türk edebiyatından aşina olduğumuz karamsar, ızdırap yüklü dünyasında dolaştım. Ayna, baykuş, sevgilinin cefası gibi tanıdık motiflere rastladım.
“Gölge” de kitabın temel izleklerinden…
“Ben sadece gölgem, lambanın duvara yansıttığı gölgem için yazıyorum. Kendimi ona tanıtmalıyım.” diyor Sadık Hidayet. Söyleyemediklerini anlatıyor gölgesi, yapamadıklarını yapıyor.
1936 yılında yayımlanan eser, İran’daki İslam devriminden sonra yasaklanmış. Kitabın hâlâ İran’da yasak olduğu söyleniyor. Şarap içen, afyon çeken kahraman, İslam temayüllerine uymuyor elbette. Anlamsız bir gölge gibi amaçsız yaşayan ve sonunda intihar eden Sadık Hidayet, Kör Baykuş’ta da “ölüm”ü tekrarlanan bir şarkı gibi hep yanında hissediyor.
“Her sözcüğü tekrarlamak zorunda kalan kekeme gibiydi ölüm, şiirini bitirince başa dönüp tekrar başlayan biri gibiydi.”
19.asırda yaşayan tüm doğulu aydınlar gibi eşikte kalmanın ızdırabını yaşayan yazar,
bir döngünün içinde üzerine sis çökmüş kederli bir adamın -aslında kendisinin- sefil ve büyülü hikâyesini anlatıyor bize. Bu anlatıya kulak verin, derim.