Dinde ve Siyasette “Husumetin Galip Gelmesi”
Prof. Dr. İlhami Güler yazdı
1 – DİNİ SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI
Ahirette cehennemlikler/kaybedenler, pişmanlıklarını şöyle ifade ederler: “Ey Rabbimiz, “Husumetimiz bize galip geldi; hatalıydık” (23/106). Demek ki, dini bağlamda hidayeti bulamamanın, dalalete sürüklenmenin temelinde yatan husus, ahlaki konularda cehalet, korku, çıkar veya kibir saikleri ile tek tek insanların veya grupların içine kapandıkları kör/taklidi-dogmatik husumet/düşmanlık, kibir/istiğna ve kesin inançlılık durumudur. Şüpheyi, eleştiriye açık olmayı ve sürekli “düşünceli” olmayı terk etmektir. İnsanda yerleşmiş, tabiatının en derin temel yapısı olan ve daima kendilerini “normal” olarak sunan teşhisi zor içgüdü ve arzuların “makuliyete” bürünmesi, Kur’an’da “Heva” olarak nitelenir. İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup, onu sarmalayan bu duvarın aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir. Örneğin, Kur’an şöyle der: “Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın.” dendiğinde: “Ne münasebet, biz sadece ıslah edicileriz.” derler. Dikkat et, onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller.” (2/71) “Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104) Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: “Senin (yeni) ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın.”(ll/87) Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve keyfi arzuların (heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklileştirilmesi ve toplumsallaştırılmasıdır. Cehalet, tembellik, korku ve çıkarın ürünü olan mitoloji ve şirkin/paganizmin, İlahi dinlerdeki uzantısı veya paraleli, dogmatik/taklidi körlüktür. Muhteva/ajanda değişse de; karakter, psikoloji ve saikler aynıdır: “Dinlerini paramparça ettiler; her mezhep de (hizb) kendinden son derece emindir.” (23/53)
Çıkarlar, arzular ve güdüler toplamı olarak heva, havalanıp/şişip benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23 … ) ve giderek kişi kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: “İnsan kendini yeterli görünce azar.” (96/6-7). Şeytan’ın trajedisi bu olduğu gibi (2/34); şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlarından kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer (45/23). Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın, ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında ‘’Küfür” ve “Günah” dediği şey budur.
İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hale gelen birey, doğal olarak içinde doğup-büyüdüğü toplumun kültürel ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır. Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak “otoriter vicdan” da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği, otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin yani cemaat, mezhep, parti, lider, toplum, devletin memnun edilmesi; vicdan azabı ise, onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir. Ali Şeriati’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen “zindan”lar olarak saydığı dört unsurdan (İnsanın Dört Zindanı) iki tanesi ‘tarih’ ve ‘toplum’ (kültür)dur. Bir ‘canlı’ türü olan insan, toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. ‘İnsan’ olma sürecine girmiş ise, ancak o zaman giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan/zindanlardan kurtulur ve özgürleşir; ünsiyet sahibi “İnsan” olur.
Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Kur’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız” (2/170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter” (5/104), “Kötü bir iş yaptıklarında (fâhişeten), “Atalarımızın böyle yaptığını gördük.’ Derlerdi” (7/28). Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini, kesinlikle reddetmektedir (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23). Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak “Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk” (33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir.
2 – POLİTİK SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI
Demokrasinin olmazsa olmazı olan İktidar-muhalefet ve siyasal partilerin varoluş gerekçesi, zorunlu olarak “çoğul” ve “ideolojik” olan kimlik/kültür, güvenlik, hukuki asayiş veya ekonomi/çıkar politikalarının eleştiri, tartışma-uzlaşma ve rekabet içinde yürütülmesidir.
Türkiye’nin, kültürel/ideolojik bir “devrim” ile kurulması ve bir imparatorluk bakiyesi olarak demografisinin etnik-mezhebi olarak çoğul yapısı, politik faaliyeti kolayca “Kimlik” eksenine kilitleyerek demokrasiyi felç etmektedir. Son dönemlerde politik hayatta kullanılan ”İttifak” veya “Cephe” kavramları ve oluşumları aslında militer/savaş-düşmanlık imaları taşımaktadır. İkinci Dünya savaşında “Müttefik Kuvvetler” vardı. Yetmişli yıllarda da Türkiye’de “Milliyetçi Cephe” hükümeti kurulmuştu. O yıllarda toplumun “sol-sağ” diye bölünerek ne hale geldiği, hafızalarda mevcuttur. Demokrasinin kavramları uzlaşma, rekabet, koalisyon, icma, şura… vs dir. Son dönemlerde Türkiye’de siyaset, vatansever-vatan haini, yerli-işbirlikçi… gibi “bölücü” ve insanlarda nefret, kin, hınç yaratan kavramlarla yürütülmektedir. ”Yerliliğin bir ideolojiye dönüştürülmesi, sürekli dışardan alma kadar “ergen” bir tutumdur. Her ikisi de, aynı madalyonun iki yüzüdür.” (Besim Dellaloğlu, Poetika ve Politik, İst.2020. s. 28) Hegel’in Aufhebng kavramının, Tanpınar’ın “değişirken devam etmek, devam ederken değişmek” ifadesi ile çevrilebileceğini ileri süren Dellaoğlu, “Rönesan”sın da geleneğin yaratıcı yenilenmesi(tecdit) olarak aynı anlama geldiğini ifade ederek şöyle devam ediyor: “ Batının yaptığı ve Türkiye’nin yapamadığı budur. Batı, hem değişiyor, hem de devam edebiliyor. Türkiye ise, ikisi arasında bir tercih yapmaya zorunlu hissediyor kendini. Bu nedenle de Türkiye ya değişiyor(devrim-İG); ya da devam etmeye çalışıyor(Katı Muhafazakârlık-İG); ama ikisini aynı anda yapamıyor. Tıpkı bisiklet binerken, sakız çiğneyememek gibi. Devam etmek isteyenlere, “Muhafazakâr”, “Yerlici”; değişmek isteyenler, “Batıcı-Kemalist-(Seküler)” diyorlar.”(Dellaloğlu, Poetika ve Politik.s51). Bu tutumlar, Kur’an’ı ve Nutuk’u kutsal kitaplara dönüştürerek “kültürel kamusallık” olarak –İstiklal Marşında olduğu gibi- herkesin okuyup anladığı ve benimsediği “Kanon” veya “Klasik”lere dönüştürme yerine, politik-kültürel hayata “husumet” olarak yansıyor.
Kesin-kör inançlılık (dogmatizm/taklit) ve husumet, tezyif, tahkir ve itham, tarafların diğerlerinde bulunan iyiliği, erdemi ve doğruluğu görmeyi engeller. “İttifak” yapma ve “cepheleşme”, bu ithamlarla yapılmaktadır. Oysa, Ulus Devlet’in/sınırların, hepimizin “zorunlu” evi olduğu ve hepimizin yine zorunlu olarak “aynı gemide” olduğu; eşit “vatandaşlık” dışında etnik, dini/mezhebi, ideolojik kimlik farklılıklarının modern toplumda ve demokrasilerde “normal” olduğunu hepimiz kabul etmek zorundayız. “Kimlik” oluşturma süreçleri, beton dökme ameleliği değil; düşünsel, ahlaki ve estetik süreçlerdir. Su sızdırmaz “ölümcül kimlikler(E.Maluf)” yaratmak yerine; geçişken-olgunlaşan, evrilen, gelişen kimlikler yaratmak, “medeniliğin/insaniliğin” temel ölçüsüdür. C.G. Jung: “ Bir içsel durum, bireyde bilinçli hale gelmediği takdirde; dışarda kader(kahraman) haline gelir” der.(Jhon Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler. Çev: H.Aral. Ank. 2019. S 273)“Husumetin galip gelmesi”, dini hayatta ölümcül ve büyük bir hata olduğu gibi; politik hayatta da ölümcül ve yanlıştır. Allah, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’u Firavun’a elçi olarak gönderdiğinde, onlara tavsiye olarak şöyle dedi: “Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt alır ve çekinir.” (20/44). Hz. Muhammed’e de şu tavsiyede bulundu: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir tarzda mücadele et.” (16/125).
3 – SONUÇ
Hâsılı, iç-siyaset savaş, husumet, hile, kumpas, kurnazlık, düşmanlaştırma değil; yarış, rekabet, işbirliği, eleştiri-uzlaşıdır. Marifet adaleti, hukuku/hakkaniyeti ifade eden ”Tarafsızlık” ile Rahmani siyaset olarak bunlara “Taraftar olma” nın diyalektiğidir. İletişimin/ilişkinin, birlikteliğin, toplum olmanın zemini(kamusallık bilinci) ben-sen, biz-siz arasındaki yaratıcı diyalektik ilişki, karşılıklı bağımlılıktır. Husumet, “öteki/düşman”laştırma olarak bu bağların tahrip edilmesi, hakikatten ve dostluktan uzaklaşmaktır. Tarafların ibtidaen ortaya koyacakları söz ve davranış, jest ve misillemenin çapı, etik kapasitesi ve niteliği, onların karakterinin ve kültürlerinin tekâmül derecesine (medeniliğine) bağlıdır; ham da olabilir, olgun da. Kur’an şöyle der: “Rahmanın kulları ortalıkta vakar ve tevazu ile dolaşan kimselerdir. Cahiller, onlara laf attıklarında “Selam” der, geçerler.” (25/63). “Onlar, yalana şahitlik etmez; faydasız/boş bir şeyle karşılaştıklarında, vakar ve hoşgörü ile geçip giderler.” (25/72). “Boş söz işittiklerinde, ondan yüz çevirirler ve “Bizim görüşümüz/işimiz, bize; sizin ki de size; selametle; cahillerle işimiz olmaz derler.” (28/55). Lokman (a.s), oğluna şöyle öğüt vermişti: “ “İnsanları küçümseyerek, surat asarak, sırtını onlara dönme. Sokaklarda böbürlenerek caka satarak dolaşma; tabii ol. Allah, böbürlenen-kibirlenenleri sevmez. Muhataplarınla konuşurken, eşekler gibi bağırıp çağırarak hakaret etme. ” (31/18-19).
GÜNCEL YAZILAR
Türkiye’de Sekülerlerin ve Muhafazakârların “Üniversite” Algısı
Posted on 18/01/2021 by İlhami Güler
İslam Dünyasında “Merak/Taaccub”un Başlaması ve Bitmesi
Yedinci yüzyıl ile dokuzuncu yüzyıl arasında “Teolojik Düşünme”yi (Dâhili İlimler: Kelam-Fıkıh, Tefsir, Hadis, Tasavvuf) başaran Araplar, 9-13. yüzyıllar arasında Yunanca’dan, Süryanice’den, Farsça’dan ve Hintçe’den çevrilen “Harici İlimler” aracılığıyla Felsefe ve Bilimsel düşünme ile tanışmış hatta onlara bazı katkılarda bulunmuşlardır. Bunda Müslüman olan milletlerin hepsinin payı vardır. Emevi ve Abbasilerin orta dönemlerine kadar etkinliğini sürdüren Mu’tezile’nin (logos) boğulması, Tasavvufun (mitos-mistik) giderek etkinlik kazanması ve Moğol İstilası, İslam’ın “altın çağı”nı giderek sönümlendirmiştir.
12. yüzyıldan itibaren Arapça yazılmış Felsefi-Bilimsel eserlerin Latinceye çevirisi ile Batılılar (İbn Sina ve İbn Rüşd örneklerinde olduğu gibi), skolastik-teolojik düşünceden sıyrılıp, Felsefi Bilimsel (mantıkî-nedensel) düşünme yolunda ilerlerken; Türklerin hegemonyasında (Selçukîler-Osmanlılar) İslam imparatorlukları Gazzâli (Eşari-Tasavvuf), Sühreverdi, Molla Sadra, Devvani (İşrak Felsefesi) ve İbn Arabi, S. Konevi, D. Kayseri (Tasavvuf) önderliğinde “Teosofi-Teoloji” yolunda yürümeyi tercih etmişlerdir. Akdeniz’in doğusu, “Doğu”lulaşmıştır. Batılılar, 16. Yüzyıldan itibaren fiziksel morfolojileri ve toplumsal formasyonları, Felsefe ve Bilim ile (Keşifler) kavramsallaştırmaya çalışırken; Müslümanlar, düşüncede fiziksel ve toplumsal gerçekliklerden (nedensellik-olgusallık) koparak “Medreselerde” skolastik-metafizik-mistik olarak kaldılar.
Hukuk/Fıkıh alanında Şatibi’nin “Makasıt” teorisi, Kıyasın, kaynakları -“Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına uydurma” ifadelerinde kendini ortaya koyduğu gibi-, sömürmesini (semerelendirilmesi/istismaru’l-elfaz) sona erdirecek verimli metodoloji önerisiydi. Fakat itibar edilmedi. İbn Haldun, Marx’ı önceleyen Tarih Felsefesi ve Annal Tarih Okulunu önceleyen “Sosyal Tarih/Tarih Sosyolojisi” teorileri ile “semasında tek yıldız” olarak kaldı. Osmanlıda Takiyuddin’in Kozmoloji çalışmalarına itibar edilmediği gibi; kurduğu rasathane, skolastik sofular tarafından yerle bir edildi.
Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Naci Fikret ve Namdar Rahmi Karatay’ın öncülüğünde ve “Yeni Fikir” dergisi etrafında bir gurup yazar-düşünür tarafından kurulan “Konya Enerjetizm Okulu” , Naci Fikret’in dizelerinde ifade ettiği gibi, hiçbir etki uyandırmadan hayal kırıklığı ile sona erdi: “Bilmem ki ne olmaktı senin gayen-maksadın/ Fare gibi, kitaplar arasında yaşadın/ Ne dans ettin, ne de sevdin kız, kadın/ Kim dedi, be hey serseri, sağlığına kıy diye/ Geçti Bor’un pazarı; sür eşeği Niğde’ye.”
Çöküş ve Batı’yı Taklidin Başlaması
Batıda meydana gelen bilimsel keşifler (tabiat bilimleri-sosyal bilimler) ve teknik icatlar, endüstri devrimini ve ekonomik zenginlikleri yarattıktan sonra; Osmanlı imparatorluğu, Batı karşısında tutunamadı ve yıkıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet, Osmanlı’nın Batıda olup bitenleri anlama ve kendini yenileme çabaları idi. Medreseler ıslah edilmeye çalışıldı, üniversitelerin temeli atılmaya çalışıldı (Daru’l-Fünun); ancak, yıkılış durdurulamadı.
Cumhuriyet Devrimleri, radikal bir kültürel “reddi miras” olarak her alanda “batılılaşma” veya “çağdaşlaşma” olarak gerçekleşti. Batıdaki her şey (Ulus Devlet/Milliyetçilik, Laiklik, Hukuk, İktisat, Bilim, Sanat, Mimari…) taklit edilmeye çalışıldı. Dünya görüşü olarak dinin yerine, revaçta/yükselişte olan “pozitivizm”, eğitimin/insan yetiştirmenin temeli haline getirildi: “Hayatta en ‘hakiki mürşit’ ilim/fen (bilim) dir” cümlesi, M. Kemal Atatürk’ün şiarı idi. Şeriat, hilafet ve tarikatlar ilga edildikten sonra, din “Diyanet” kurumu aracılığı ile kontrol altına alındı. Dine yönelimler, “irtica” olarak yaftalandı ve kriminalize edildi. Olup bitenler, muhafazakâr halk kesiminde derin bir içerleme ve uçuklama yarattı.
Tanzimat ve Meşrutiyet yıllarında “Jön Türkler”de başlayan “pozitivizm” sevdasını Yusuf Akçura şöyle nitelemektedir: “Eskiden medreseliler İmam-ı Ali’den, Muhyiddin-i Arabi’den, Hafız veya Sadi’den bir formül alırlar ve ona istinaden muhakemelerini yürütürlerdi. Yeni muharrirlerimizde ise, aynı esaret vardı. Fakat bu defa Şark imam ve müellifleri yerine, Garp muharrirleri, feylosofları kaim oldu. Bu sefer muharrirlerimizin senedi Rousseau, Spencer, Büchner, Demoulins, hatta Gustave le Bon oldu.” (Aktaran, Timur Kuran. Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 23).
Timur Kuran, benzer tutumun Cumhuriyet döneminde şiddetlenerek devam ettiğini söylemektedir: “Türk devriminde bilim, soyut bir kavram ve ilke olarak Atatürk’ün karizması sayesinde belli bir “kutsallık” kazanmış ve bu haliyle birçoklarınca dine rakip bir statüde algılanmıştır. Kemalist pozitivizm, tam da bu yüzden İslamcıların boy hedefi haline gelmiş ve ağır hücumlara uğramıştır. Adnan Adıvar, bu pozitivizmin Cumhuriyet Türkiye’sinde eskiden İslamî dogma nasıl empoze ediliyorsa, öyle empoze edildiğini söylerken, aynı itirazı dile getiriyordu. Gerçekten de Fransa’da yüzyıl önce Saint-Simon bilimi nasıl kutsal kılmaya çalışmış ise, Atatürk Türkiyesi’nde de “Bilim” kavramı, kutsal bir yere oturtulmuştur.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 34-35). Hasılı, teolojik dogmatizm (skolastik), kolayca yerini bilimsel dogmatizme (pozitivizm) bırakmıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Almanya’da gelişen “Beşeri Bilimler (Geistesswissenchaften)” teorisi ve bu bilimlerin metodolojisi için önerilen “Hermenötik” teori; Frankfurt Okulunun “İdeoloji Eleştirisi” teorisi; Viyana Çevresi düşünürlerinin “Metafizik/Felsefe Eleştirisi”; Fransa merkezli “Post-Yapısalcılık” ve “Post-modernizm (Deconstruction)” teorileri; T. Kuhn, K. Popper ve P. Feyerabend’in Pozitivist bilim felsefelerine yaptıkları eleştiriler, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimin müstağni/mütekebbir karizmasını epeyce çizerek onu kendi sınırlarına geri zorlamıştır. Bu etkiler, Türk üniversitelerinin “pozitivist” kadrolarında hakkı ile içselleştirilmiş görünmüyor.
Cumhuriyetin onuncu yılında (1933) yapılan” Üniversite Reformu” ile Almanya’dan gelen bilim insanlarına Türkiye’de “Üniversite”nin kurumsallaşması için görevler verilmiştir. Bu çaba, belli oranda da başarılı olmuştur. Öncelikle devrimleri benimsemiş seküler kuşaklar, arkasından muhafazakâr nesiller taklit ile başlayarak “bilim” yapmaya çalışmışlardır. ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, İstanbul Üniversitesi, Hacettepe, Atatürk Üniversitesi, Ankara Üniversitesi gibi devlet üniversiteleri; 1980 ihtilalinden sonra kurulan Bilkent, Koç, Sabancı gibi özel üniversiteler, belli oranda başarı ortaya koymuşlardır.
“Derviş Devlet (Mistisizm)” ve Felsefe-Bilim
Türk Üniversitelerinin bilimsel performansını konuşurken, bu alanda Batı ile bir “Derviş Devlet” olan Osmanlı Toplumu arasındaki tarihsel mesafeyi dikkate almak gerekir. Epey bir oranda “mitolojik” ve de “teolojik” düşünme aşamasında kalmış bir toplumun, “bilimsel düşünme” aşamasına sıçraması (arada felsefi düşünme aşaması var), sanıldığı gibi kolay değildir. Batıda burjuva sınıfının yükselmesi ile felsefi ve bilimsel düşünmenin yeniden çiçeklenmesi arasında nedensel bir ilişki söz konusudur. Kilisenin dogmatizmine karşı, filozofları ve bilim insanlarını burjuva sınıfı korumuş ve desteklemiştir.
Mistik-mitolojik (menkıbevi) düşünmeyi temsil eden tarikatların Osmanlı Devleti ile olan ilişkisini Timur Kuran şöyle tasvir ediyor: “Osmanlılarda tarikatçılığın devletin kuruluşuna uzanan bir tarihi vardır. Bunlardan bir kısmı, egemen sınıfların çıkarlarını temsil etmiş, merkezde Saray ve yönetici oligarşinin, taşrada da derebeylik, ağalık kurumlarının ruhani planda meşru sayılmasına destek olmuştu. Buna karşılık bir kısmı da Marx’ın deyimi ile “kalpsiz bir dünyanın ruhu” olmuş ve ezilen halkın “protestosunu” ifade etmişti. Daha Anadolu Selçukluları döneminde Baba İshak’ın ayaklanmasına tanık olduğumuz bu hareket, daha sonra Şeyh Bedrettin’e, oradan da “Hurufiliğe” uzanan mistik ve eklektik öğretilerle yoksul sınıfların devlete karşı isyanını dile getirmiştir.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği, s. 24). Teolojik düşünme ise, -büyük ölçüde- medreselerde klasikleşmiş birkaç kitaba şerh, haşiye, hamiş, zeyl, telhis… şeklinde skolastik bir tarzda geviş getirme ve cepten yeme idi.
Türkiye’de Muhafazakârların, -seküler ve solculara nispetle- felsefe ile başları pek “hoş” olmasa da “bilim”e bakışları aynı değildir. Oysa felsefi merakı olmayan, bilim yaratamaz. Ta başından beri, felsefe ile bilim, at başı gitmişlerdir. En azından Batıdaki hikâye böyledir. Teknoloji ve onun verimi olan finans, son aşamalardır.
Muhafazakârların, bilime teolojik/dini “ilim” kavramından gelen organik bir sempatileri vardır. Sosyal bilimlerin verilerine, fizik/tabiat bilimlerinden daha az itibar ederler. Bu tutum “pozitivizm” karşıtlığından veya teolojik-metafizik (medrese) bilinçaltından geliyor olabilir. “Pozitif/fizik bilimler”e bin senelik “yitik” bir şey (müsbet ilim) olarak bir özlemleri vardır. Ancak, Türkiye’nin kuruluş aşamasındaki din ile “rekabeti”, onunla aralarını nispi olarak soğutmuştur. Bilimin sonuçları olan “teknoloji”yi pek severler; “icad çıkarma”salar da. Modern teknolojinin (robotlar, gen teknolojisi, big data verileri…) ekosistemi tümüyle “rezerv/stok” olarak gören; insanlığın tabiatını dönüştüren, ruhunu iğfal eden “şeytansı (Ge-stell/Heidegger-Homo Deus/Hariri)” tabiatından pek haberleri yoktur. Ona, -meşakkatini gâvurun çektiği- “nimet” gözü ile bakarlar.
1950’lerden itibaren Türk (liberal) sağı, “Üniversite” ile barışmıştır. Muhafazakârlar, bilimin itibarını (titr) kullanmaktan (Prof., Doç., Dr.) çok hoşlanırlar; her yerde kullanırlar. Ancak bilimsel keşif yapmanın veya icat çıkarmanın ön şartı olan soyut düşünme, felsefe, şüphe etme, merak, sabır, meşakkat, nedensellik ve özgürlükten çok hoşlanmazlar. Bu iklimin yaratıldığı Batı üniversitelerine gidenler, başarı sağlıyorlar. Genetikte bir sorun yoktur; şifahi-şiir (Ozan) kültüründen geliyor olmanın sonucu olsa gerek (“Ozan, dinleyecek kulak ister; velev ki camış sürüsü olsun”, Nietzsche).
Hayret ile Birlikte Merak
Üniversite, Hukuk/Yargı ve Din, irfanı hür-vicdanı hür insanların deruhte edebileceği kurumlardır. Batıda olduğu gibi devlete bağlı, fakat siyasi erkten bağımsız/özerk olmaları gerekir. Doğrudan siyasete bağlanması, onları çürütür. 1960-1980 arasında üniversiteler politik-ideolojik (sol-sağ) kavgaların arenası durumundaydı. 1980-2000 arasında ise askeri vesayetin (YÖK) emrindeydi. Ak Parti, iki binlerde iktidara geldiğinde, üniversiteyi özerkleştireceğini vadetti. Ne var ki, YÖK’ü kaldırma veya ıslah etme yerine, Rektör atamaları ile kontrol altına almaya (siyaset) çalıştı.
Üniversitede esas olan uzmanlaşma ve ekolleşmedir. Birincisi, ülke ihtiyaçlarından; ikincisi, kendiliğinden oluşur. Üniversitenin birinci misyonu “bilim yuvası” olmaktır, “meslek ocağı” olmak, ikincildir. Sayıları iki binlerden sonra artan özel Vakıf Üniversitelerinin bir kısmı, -çok katlı otoparktan üniversite binasına dönüştürülen örnekleri ile- birer “ticaret hane”dirler. Bina ve nicelik/sayı, “üniversite (bilim)” kavramı ile aslında çelişiktir; olsa olsa iş, inşaat ve istihdamdır. Batıda da bu yönde bir eğilim vardır; ancak sıralamada ilk beş yüze giren üniversitelerin çoğu oradadır. Bizde ise, son yıllarda bir gerileme söz konusudur.
Mitolojik veya teolojik düşünme aşamalarından felsefi-bilimsel düşünme aşamasına –Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- geçmenin “uzun atlama” gibi bir yolu yoktur; öncelikle “merak etme”yi öğrenmemiz gerekiyor. “Hayret/Hikmet” ise, bir hadiste buyrulduğu gibi, nerede bulunursa alınması gereken “yitik”tir. Felsefi-bilimsel düşünme aşamasına geçmek, -Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- toplumun kültürel kimlik kodlarından (kimlik teknolojisi) kopmayı gerektirmiyor. Kodların ıslah edilmesi, geliştirilmesi ve yenilenmesi de Üniversitenin sorumluluğundadır