O asıl sabahları seviyordu, oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Evvela güneş, o cehennem güneşi,o siyah dumanlı, insanın belini büken güneş değil, kız gibi saf ve taze bir güneş gelip odaları aydınlatıyor "uyanınız!" diyordu; sabaha kadar deniz insana mahrem ve şen bir ninni söylüyor, bazen kızarak gürlüyor, köpürüyor, fakat çok kere böyle sakin, bir kuzu gibi bezgin ve uslu...
Suad her gün bu güneşle beraber uyaniyor,sıçrayıp camları açıyordu; o zaman içeri sabah, hayat,neş’e, hele gençlik bütün bunlar, her şey, sade bu güneşle, sade denizin sesleriyle, odalarına, kalplerine hücum ediyordu; insanı gelip böyle koklayarak ısıtan, denizin körpeliği ile serin
bir sıcaklık veren güneşle yıkanıyorlardı... İşte Süreyya buna doyamıyordu.
Sabit bir hayat aramaktadır insan; korkuların, acıların olmadığı ve risklerin bulunmadığı. Heyecanlı geçişleri engelleyerek tehlikeleri aklınca yok etmek ister. Oysa yok ettiği şey kendi varlığıdır, kendisidir.