Arzu ve hevesin yeri sorumluluğa dönerse, çevreye olan bağ kopar. İnsanlardaki "kalabalık mutsuzluğun" sebebi budur. Bütün gün bir sorumluluktan ibarettir; yapılan işlere karşı bir arzu yoktur, angarya vardır.
Kişi, bu angaryanın içinde yeniden nefes alabilmek için zihninde kendine ikinci bir yaşam örer. Anlaşılmamanın ilkesidir, yanlış yerde yaşamak. Fakat insan böyleyken ruhu bayatlar.
Tüm hayat bir sanat üzerine inşa edilmiştir. Bunları gören, duyabilen, hisseden kişi sanatçı olur. Kıyısından köşesinden tutanlar ise sanatın alıcıları. Fakat sanatçı ya da alıcı fark etmez, bir kez bu düzeni yitiren, tüm bu kusur kusuruzluğunu kaybeden; şikayet ederek, ruhsuzca, acı içinde yaşamını sürdürür. Dahası, neyi kaybettigini bile göremez. Çünkü yaşamın sanatını yitiren insandan geriye yalnızca bir organ yığını kalır. Zihni sislidir.
Şehrin alelade koşturmacası, arkası gelmeyen sorumluluklar bunu yad ettiriyor insana: Kaç vakit oldu sahiden, sanatla görüşmeyeli?
Sistem, insanın özel yanlarını yok etmekte ustadır. Alışkanlık eşiğinden geçince, kendini adadıkların, mecburiyetinin altında paspas olur. Bastıkça eskitirsin. Ta ki tanınmaz bir hale gelinceye kadar.
Sonrası kimlik bunalımı, öfke.
Sebepsiz değil; bu ülkede herkesin kaşları çatık.
Tamamen, doğruca ilerleyebilmek duygusuzluk gerektirir. Güdüler alıkoyulur, hisler bastırılır, nefes yerine hırs solunur. Yükselmek, insanın kendisine rol yapmasını gerektirir biraz da.
Düşünüyorum, manyetik bir bedene sahip başarı mı yoksa, pimi çekili bir huzursuzluk mu? En beteri ikisinin arasında ezilip gitmek -milyonlarcası gibi.
Şimdi şehirleri yaksak, altından nice yeni insan doğar.
Aykırı ruhun atlası düzensizlik eğilimi ve sorgulamaktır; çünkü düzene meyleden insan, dişli bir sistemin en sevdiği işçidir. Düzensizlik eğilimi, -anarşist bir güdüyle yapılmadığı takdirde- sorgulayan bir zihnin davranışıdır.
Hayalet, en kolay tarifle bir uyanış, bir başkaldırı hikâyesini anlatıyor. Eserde hayata karşı yeni bir sanat bağışlamaya ve bu sanatla yücelmeye çalışan; kendini toplumdan soyutlamış bir çocuğun yolculuğunu okuyoruz. Takınması gereken tavır, çevresel etkiler, hayalleri, idealleri ve sanatı arasında sıkışıp kalan bu yalnız çocuk, karmakarışık bir iç dünyasıyla karşımıza çıkıyor. Bu sırada, hayatı iyice alt üst olmuşken, dolabının arkasından aniden çıkan ve onun defterine notlar bırakan karanlık bir silüet yolculuğuna ortak oluyor. Çocuk ona Hayalet ismini takıyor ve beraber, modern insan yaşamını irdelemeye başlıyorlar. Kitap on bölümden oluşuyor; hikaye büyük ölçüde metaforlarla sürüyor. Çocuk ve gerçek olup olmadığı konusunda şüpheye düştüğü Hayalet'in, laçkalaşmış modern yaşama kendi ideallerini yerleştirmeleri, bu metaforlar aracılığıyla okura ulaştırılıyor ve yine eleştirel bir sonla hedefine varıyor. Hayalet, bir post-modern edebiyat ürünü. Eserin geçtiği ve çocuğun yenmeye çalıştığı mekan Gösteri Dünyası, insanları yöneten ve uyutan sistem sahipleri ise Megalomanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Aynı şarkıyı tekrarlayan denize bakıyorum; peşinden yine sesler büyüyor. Sesler sabaha çekiliyor, sonra renkler yerlere dökülüyor, dokular ve kokular akıp gidiyor. Duyamıyorum.
Büyük Dünya çok büyüdü, kalabalıklaştı fakat içindekiler azaldı. Zaman her saniye bir öncekinden daha hızlı akıyor. Sanki bu dünyadaki akım, bir intihar girişiminde bulunmak istiyormuşçasına uzaydaki kara deliğe çekilmek istiyor.
Mevsimler daha hızlı geçiyor, şarkılar söylenmiyor, şiirler okunmuyor; zira bunları inşa edecek hissi altyapı 21.yüzyılda son buldu. Ahir zamanlardan önce sanatın sanat için mi yoksa toplum için mi olduğunu tartışan kesimler, şimdi sanatın neye benzediğini tartışıyorlar.