Toplumların belirli bir olgunluk veya sarsıntı çağında, tarihi yaratan fertlerinin ortaya çıkması pekala mümkündür. Bir toplumdaki değişme süreci bütün kurumları sarsmaya başlamışsa, büyük adamın etkin olacağı ortam olmuş demektir.
16. yüzyılın sonunda Türkiye’ye gelen bir Alman Seyyah, Ayasofya’da sultan II.Selim’in türbesinde onun yanı başında yatan ve kimisi bebekken katledilen şehzadelerin tabutlarına bakıp, “Dünyada nasıl bir güneş varsa, Türklerin de bir hükümdarı ve efendisi vardır” der.
Devletin ilk yüz elli yılında Çandarlılar, 17. yüzyılda Köprülüler ailesinin üyeleri adeta taht sahibi sadrazamlar olarak hükümdarları zaman zaman gölgede bırakmışlardı.
IV. Mustafa saltanatı kurtarmak için amcaoğlu III.Selim’in ve kardeşi Veliaht Şehzade Mahmud’un idamını emretti. Dışarıda Rumeli askeri kapıları zorlarken, sarayın içinde bir kovalamaca başlamıştı. III. Selim cellatlarıyla boğuşarak katledildi.
19. yüzyıl bütün Osmanlı camiasının en hareketli, en sancılı, yorucu, uzun bir asrıdır; geleceği hazırlayan en önemli olaylar ve kurumlar bu asrın tarihini oluşturur.
Osmanlı modernleşmesi otokratik bir modernleşmedir, iç ve dış gelişmeler, hayatının son kırk yılında imparatorluğu bu otokratik modernleşmeden anayasal bir monarşiye kadar sürükledi, imparatorluk genç Cumhuriyete parlamento, siyasal parti kadroları, basın gibi siyasal kurumları miras bıraktı. Cumhuriyetin tabipleri, fen adamları, hukukçu, tarihçi ve filologları son devrin Osmanlı aydın kadrolarından çıktı.Cumhuriyet ilk anda eğitim sistemini, üniversiteyi, yönetim örgütünü, mali sistemini imparatorluktan miras aldı. Cumhuriyet devrimcileri bir ortaçağ toplumuyla değil, son asrını modernleşme sancılarıyla geçiren imparatorluğun kalıntısı bir toplumla yola çıktılar.
Osmanlı imparatorluğu herhangi bir veya iki devletin Siyasal tekeli altında değildi. Büyük devletlerin hepsine karşı güçsüzdü, fakat denge politikası izleyecek kadar bir siyaset yapma yeteneğine sahipti.
Tanzimat devri tarihi ve dramatik, ne grotesk, ne de mutantan (tantanalı, debdebeli) bir tarihtir, kelimenin tam anlamıyla bir trajedidir. Trajik bir çözülmezliğin içten içe, ağır ağır kaynamasıyla tarihin ilerlediği bir zamandır. Bir toplumun kurumlarıyla, gelenekleriyle, devlet adamlarıyla kaçınılmaz bir yazgıya doğru ilerlediği, karanlığın ve gafletin yanında fazilet ve aydınlığın ortaya çıktığı, çöküşle ilerleyişin boğuştuğu, Osmanlı tarihinin en uzun asrıdır.
Toplumda zevkler değişmişti; resimde, mimarlıkta, musikide gelenekselin yanında bir yeni vardı. Bu daha çok Avrupa’dan etkilenen bir yeniydi. Parlak bir başlangıç sayılmazdı, güçlenip yayılmadı, ama eskiyi etkiledi, değiştirdi.
Türkiye yönetimi ve eğitimi kaçınılmaz olarak batılılaşıyordu. Modernleşme eğitime yansıdıkça medrese çevresi ve ilmiye sınıfı bunun dışında kalıyor, devlet ve toplum hayatındaki eski egemen rolünü kaybetmeye başlıyordu. İran’ın modernleşmesi ile Osmanlı modernleşmesi arasındaki en önemli fark budur. İran’da adeta ruhban sınıfı diyecegimiz din adamları modern eğitimi de alarak yerlerini muhafaza edebilmişlerdi.19. yüzyıl bir kültürel düalizm asrıdır. Bu hukuk ve idare alanında da böyledir. İşte bu sancılı durumdur ki, önce Jön Türkleri, sonra Cumhuriyetçileri başarılı bir biçimde radikal çözümler aramaya sevk etmiştir.
Tanzimat dönemi, ferdin hayat ve kazanç güvenliğini sağlamaya yönelik hareketler ve yasama girişimleri ile başladı. Rejimdeki Avrupalılaşma kanun devleti olma hareketi kurumlara, oradan eğitime ve düşünceye yansıdı. Türk toplum hayatına kadın girdi.
Namık Kemal’in özgürlükçülüğü ulusçu bir esasa dayanmaz. Onun “vatan”ı İslamların vatanıdır. Laik de değildir. Latin harflerine karşıdır. Medeni kanunun adını ağzına almaz. Ama ondan daha İslamcı olan ve parlamento’yu bile gerçek temsili bir organ olarak görmeyecek kadar otoriteye baş kaldıran Ali Suavi, bir çok yönleriyle meşrutiyet reformlarının da ötesinde taleplerde bulunur. (Daha öz Türkçe, tek evlilik ve hatta Ulusçu yaklaşımlara sahip olduğu görülüyor).