Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gül Sina

Gül Sina
@GulSina
Kitaplar bize başka pencerelerin varlığını göstermekle kalmaz, bazen oradan bakmak gerektiğini de öğretir.
“Anne, şu evin havuzu var da Bizim evin neden yok.” Beş yaşında en fazla. Zülüfleri bal içinde Geçenlere el sallıyor balkondan. O nazlı sesin zülüflerine tutunup Üzgün, gülümser, hayran Sen de tanrıya el sallıyorsun: Sahi neden onların evinin havuzu yok?
Reklam
Sınıfında bir kız Her gün yanaklarını sıkıyormuş Söylerken gülümsüyor Üçüncü sınıfta Neden yapıyorsun, demiş İçimden öyle geliyor, demiş arkadaşı İçimden öyle geliyor Ben de gülümsedim Biliyor musun, dedim Büyükler bunu söylemek için Bin tane kitap okuyor Yine de söyleyemiyorlar
Yaşlılar ve ergenler yalnızlık dediğimiz fenomeni adeta dibine kadar yaşarlar. Öğrenmen gereken ilk temel gerçek şu. Kaç yaşında olursan ol beynin yalnız kalmaktan nefret eder. Ara sıra odana çekilip kafanı dinlediğin o huzur dolu yalnızlığı kastetmiyorum. İyice kronikleşen ve kendini herkesten izole etmene neden olan o yapışkan yalnızlıktan bahsediyorum. Açıkçası beyin bu konuda çok ciddidir ve ne zaman böyle bir yalnızlığa düşsen, seni rahatsız edecek yolakları hemen devreye sokmaya başlar. O nedenle sürekli kötü hissedersin. Beyninin yaratmış olduğu bu acı hissine ‘sosyal acı’ denir.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Ağaçlardan çevreye ‘fitonsit’ adlı antimikrobiyal bir madde yayılmakta. Bu madde ağaç ve bitkileri mikrop ve zararlı etkenlerden korumaktadır. İlginç bir şekilde fitonsit’lerin insanlar üzerinde de benzer bir etki gösterdiği ortaya konulmuş.
Ergenlik döneminde hem reseptörlerin fazla oluşu hem de ödül merkezinin aşırı duyarlı olması sayesinde, duyularımızı ve aldığımız hazzı en üst düzeyde hissederiz. İşte tüm yetişkinlerin özlemini duyduğu, bu müthiş hissiyattır. Bizler yaşlandıkça reseptör sayılarımız azalır ve algıladığımız hisler zayıflamaya başlar. Aslına bakarsan bunun en güzel örneği tat reseptörleridir. Eminim yakınlarında şöyle cümle kuran yaşlı bir yetişkine rastlamışsındır: ‘Ah nerede o eski domatesler. Mis gibi kokarlardı ve tatlarına doyum olmazdı. Şimdikilerin tadı çok yavan.’ Özlemini duyduğumuz şey kimi zaman bir domates olur kimi zaman ise lise aşkımız. Oysa gerçekte birçok yaşlı insanın özlemini duyduğu yegane şey geçmiş değil, kaybetmiş olduğu reseptörlerdir sadece.
Reklam
Beynimizde prefrontal korteksin hemen arkasındaki anterior singulat korteks adlı bir bölge bulunmaktadır. Özellikle yaptığımız hatalardan ders çıkarmada bu alan önemli rol oynar. Beyin görüntüleme çalışmaları bil bakalım bize ne göstermiş? Yetişkin beyninde bu bölge herhangi bir hata sonrasında güçlü bir şekilde aktifleşirken, ergen beynindeki anterior singulat korteks hiç oralı bile olmamış. Yani aynı hataları sıklıkla tekrarlamanın nedeni, henüz olgunlaşmamış anterior singulat korteksinden kaynaklanır.
Eskiden ahmak bir insan gördüğümüzde, dikkatimizi çektiği için şöyle bir bakar sonra yolumuza devam ederdik. Ancak günümüzde, sosyal medya sayesinde bu ahmakların milyonlarca takipçisi var.
Yazdıklarımızı hiç kimse okumayabilir, kitaplarımızı hiç kimse basmayabilir; ama bunlar, yeniden yazabilme, üretebilme gücümüz yanında çok hafif kalan şeylerdir. Güçlü olduğumuz yanlarımız, kitabımızın basılması ya da okunması gibi “başımıza” gelmiş şeyler değildir. Yarattığımız şeylerle, yarattığımız ölçüde güçlüyüzdür. Bunlar kendi kökümüzde yaptığımız şeylerdir. Bizi o kök güçlendirir ve o kökle yapılmış şeyler diri, güçlü, canlı tutar.
Ve psikanalizde sıklıkla ifade edildiği gibi, otoriterlik bir sapıklıktır. Her türlü şiddet, hiyerarşiden doğar.
Bize söylendiğinin aksine, ne kadar ayrıysak o kadar iyi birleşiyoruz. Çocuğum benden ayrı düşünüyor, benden ayrı hissediyor, benden ayrı davranıyor fakat buna rağmen onu bağrıma basabiliyorsam, çocuğum benden “ayrı” olduğu halde ona anne babalık edebiliyorsam, o zaman iyi anne-baba ya da iyi aileyim ben. Bir devlet, Vatandaşı ondan ayrı düşündüğü, ayrı hissettiği, ayrı davrandığı halde ona devletlik edebiliyorsa, farklılıkları tolere edebiliyorsa iyi devlet.
Reklam
Paul Tillich’in ve Jung’un anlayışına göre “bütün”, her bileşeni biricik olduğu için bütündür. O bileşenler biricik değillerse eğer ya da kendi biricikliklerini idrak edemez, gerçekleştiremezlerse bütün de bütün olmaz. Bileşenlerin kendileri olması, biricikliği, bütünün bütünlüğünü bozmaz, tersine onu güçlendirir, canlı kılar. O nedenle bütüne bütünlük özelliğini veren, bu bileşenlerin biriciklidir. Homojen bileşenlerden oluşan bir bütünün gerçek bir bütün olabileceğine inanmazlar. Bileşenlerinin biricikliklerini gerçekleştiremediği bütünü, ölü bütündür, sahte bütündür; vardır ama yaşıyor sayılmaz. Çünkü hareket edemez, değişemez.
Kütük düştüğü zaman olduğu gibi kalakalır, çünkü ölüdür. Fidansa eğildiği gibi yeniden doğrulur. Yeniden doğrulma kapasitesi, eğilmesinin içinde saklıdır. Kalbimiz atıyorsa, kendimizi ne kadar ölü hissedersek hissedelim bizde de düştüğümüz yerden kalkma kapasitesi bizzat düşüşümüzün içinde mevcuttur.
Winnicott’a göre kendisinden önce zaten var olan çevreye tamamen entegre olmuş olan biri aslında tam manasıyla var sayılmamaktadır. Winnicott’ın dilinde “tam entegrasyon” olarak ifade edilen böylesi bir durum, sahte varoluşa eşdeğerdedir.
Bizi büyümek isteyen her yerimizden kesmiş, budamış olabilirler. Toprağın üzerinde usulca da olsa yükselmemize izin vermemiş olabilirler. Orada ellerinde her türlü kesici, yakıcı edevatla beklemiş, biz “görünür” olur olmaz üzerimize kezzap dökmüş, bizi parçalamış, dallarımızı, hatta gövdemizi tekrar tekrar kırmış olabilirler. Ama hayattaysak eğer, yaşıyorsak, bu, kökümüz de hâlâ canlı demektir. Kökümüzün canlı olması, yeniden filizlenme kapasitemizi kimse elimizden alamamış demektir. Varız, demek ki yeniden var da olabiliriz. İşte bunu hiç kimse elimizden alamaz.
Çocuklarla ilgili düşüncelerimiz, kendilerini gerçekleştiren kehanet gibidir. “Hiç sevilecek bir çocuk değil” mi diyorsunuz: Çocuğu sevin ve çocuk sevilecek bir insana dönüşecektir kendiliğinden.
1.688 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.