Günlerin azabı içinde ilerlememiz, bunların seyrini acılarımız dışında hiçbir şeyin durduramamasındandır; ötekilerin acıları bize, izah edilebilir ya da aşılması mümkün görünür: yeteri kadar irade, cesaret ya da zihin açıklıkları olmadığı için acı çektiklerine inanırız. Kendimizinki hariç her acı, bize meşru ya da gülünç derecesinde anlaşılır görünür; böylesi olmasa, duygularımızın değişkenliği içinde tek sabit şey matem olurdu. Fakat yalnızca kendimizin matemini tutarız....
Bilimkurgu yazarı Isaac Asimov bir zamanlar şöyle demişti: " Bilimde yeni keşifleri haber veren duyması en heyecan verici olan cümle 'Evreka' değil, 'Bu çok tuhaf'cümlesidir.
Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. Oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz. Üstlerinde gün, ay ve yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. Başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip bir de tarih atarlar yanına. Tıpkı kütüphanedekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut içlerine sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar. Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz.
...ne zaman ağrım olsa Anne lobelya ve takke çiçeğinden tentür yapardı. Tentür ağrımı hiç bir zaman azaltması, bir nebze bile. Bu yüzden de gerekli ve dokunulmaz bir şey olarak ağrıya saygı duymaya, hatta hürmet etmeye başlamıştım.
Bizlere başkaları tarafından sunulan bir geleneğin, bizi nasıl şekillendirdiğinin ayırdına varmıştım. Yegane amacı başkalarını insan değilmiş gibi göstermek, canavarlaştırmak olan bir söyleme sesimizi ödünç verdiğimizi kavramaya başlamıştım.